Benim Hayal Defterim

Dün geçmişimde bir gezintiye çıktım


Dün geçmişimde  bir gezintiye çıktım.Çocukluğumun evine gittim çocuklarımla 27 yıl sonra her şeyi bıraktığım gibi bulacağımı hayal ederek.

Dedem perdeyi aralayıp bana gülümseyecekti. Ayşe teyze ben okula giderken camdan bana el sallayacaktı, ben onu annem sanacak aldanacaktım. Belgin yarı beline kadar sarkacaktı camdan yüzünde billur gülümsemesiyle, masumiyetin rüzgarı saçlarının arasından geçip gidecekti.  Atilla babasını kaybettiği o hüzünlü günden,kaloriferin dibine çöküp ağladığı günden çok daha önceki haliyle neşeli bir ıslıkla  sokakta oynuyor olacaktı.Annem en genç haliyle mutfakta akşama hazırlık yapıyor, babam hala işte, Elif mutfak tezgahına oturmuş bir elma yer gibi bir domatesi dişlemeye çalışıyor olacaktı, çelimsiz yeni çıkmış dişleriyle.  Barış odasında misketlerini sayıyor, kapıda pırıl pırıl pinokyo bisikleti onu bekliyor olacaktı. Ben elimde annemin saç fırçası ayna karşısında sevdiğim bir şarkıyı söylüyor yada üst kattaki komşudan eve dönüyor olacaktım merdivenlerden beşer beşer atlayarak. Her giriş çıkışta posta  kutusuna uğrayıp, Yasemin ablamın Amerika’dan gönderdiği mis kokulu mektuplarının yolunu gözleyecektim. Babamın doğum günümde getirdiği laleri kuruttugum kitap aralarına arada bir açıp göz atacaktım renkleri solmadan kurusun diye dua ederek. Sonra anneler günü yaklaşacak ben yine çocuk kalbimle anneme dünyaları alabilmenin hayalini kuracaktım. Bulduğum her boş sayfaya bir iki dize şiir yazmaya çalışacaktım. Anket defterim hiç düşmeyecekti elimdem. Hatıra defterlerine yazı yazarken, bu sayfayı bana ayırdığın için teşekkür ederim diyerek başlayacaktım.Ümit teyzemin İtalya’dan getirdiği çocukluğumun en hatıralarda kalan oyuncağı Caroline bebeğim odamın baş köşesinde bir gözü kapalı bana bakıyor olacaktı.Dolabımda asılı harika kıyafetleri giymek için hep özel bir gün beklentisiyle ben büyüyecektim, elbiseler yeterince giyilemeden küçülecekti.   Annem iş yaparken que sera que sera yı mırıldanacaktı, babam keyifli anlarında siyah beyaz televizyonunumuzun ekranında şarkı söyleyen sanatçıya eşlik edecekti “Seni sevda çiçeğim tacı serim….”

Hiç birisi olmadı hani tiyatro sahnesinde oyun biter sahne bom boş kalırya kendi ıısızlığında, öylece kalakalmış bizim evimizde.
Aradan çoook uzun yıllar geçti. Artık o evdeki hayatı eşyaların yerlerini çok iyi hatırlamıyorum ama nedense o ev yıllar sonra hala rüyalarımın tek evi. Sırf bu yüzden bazı sabahlar mutlu uyanıyorum.Taşınırken her şeyi, bütün eşyaları yanımızda götürdük. Bomboş kalmıştı evimiz odalarını gezip birer birer veda etmiştim, ama daha sonra anladımki götüremediğimiz, götürmeyi beceremediğimiz bir şeyler kaldı o evde bizden, benim ve Barış’ın çocukluğu Elif’in bebekliği annemin ve  babamın gençliği o evde kaldı. Ne çok mutluluğa, ne çok hüzne tanıklık etti o ev.

Yaşanan her günün geride dönülemeyecek anlar bırakması ne kötü.

Her şey çok değişmiş belkide hiç gitmemeliydim çocukluğumun evine, hayalimdeki gibi kalmalıydı. Evimizin karşısındaki ekmek fırını yıkılmış yerine sevimsiz bir apartman dikilmiş. Ağaçlarının altında piknik yaptığımız arsalar kocaman
apartmanların altında kalmış,  bahçesinden can erik aşırdığımız sarı ev de, bahçesi de yok olmuş.Tırmandığımız ağaçlar,  küçük tepemiz,  anılarımızı içine koyduğumuz resim kaybolmuş. Çocuklar büyümüş, anneler babalar yaşlanmış, anneanneler dedeler çoktaaaan göçüp gitmişler.

Zaman her şeyi öğütüyor.
Ben büyüdüm, o evden taşındık . Başka evlerde başka anılar yarattım yıllar boyunca. Ama her birinde benden bizden bir parça bıraktık taşınırken.

İlkinde doğdum, ikincisinde büyüdüm, üçüncüsünde evlendim, dördüncüsünde mutlulukla çoğaldım. Şimdi beşincisindeyim bahçesinde ağaçlarımızın kök saldığı,  yollarında Eren’in kırmızı bisikletiyle gezip, odalarında Defne’min genç kızlık hayalleri kurduğu, bizim yavaş yavaş yaşlandığımız, onların hızla büyüdüğü hayatın nihayetsiz döngüsünü yaşıyoruz bu evde, bir devir teslim yaşanıyor aslında.   Şimdi onların zamanı.

Yiğit Pura

Top Chef

Yiğit Pura, Amerika’da yapılan,  Top Chef  Just Desserts yarışmasının  en iyi aşçısı seçildi. İşte dedim , gurur duyacağımız birisi daha oldu oralarda, eminim daha niceleri var. Sanırım en ünlüsü Dr.Oz Amerika’lılar sağlıklı yaşamayı bize Dr. Oz öğretti diyorlarya umarım bir kaç sene içinde Yiğit’te böyle parlayacak. Televizyon programları, kitaplar derken alıp başını gidecek. 17 Kasim, San Francisco’da ‘Yigit Pura Günü’ ilan edildi .Sehrin valisi Gavin Newsom, San Francisco’nun bu ünlü simasinin basarisi üzerine 17 Kasim 2010’u ‘Yigit Pura Günü’ ilan etti. Genç sef simdi de Tout Sweet adli bir butik pastane açmaya hazirlaniyor. 

Top Chef yarışması Digitürk Plus’ta yayınlanıyor ama henüz Yiğit’in yarıştığı Just Desserts yayınlanmadı. En kısa zamanda Yiğit’ten burada yayınlamak için bir tarif isteyeceğim.

31 Ocak 2011 Pazartesi

1. Gün

Bu gün neyin başlangıcı olacak merak ediyorum doğrusu. Uzun yıllar sürecek keyifli bir yolculuk olmasını istiyorum. Onca yıldır kağıda döktüğüm mutlu anları, hüzünleri, tarifleri.. paylaşmak başka bir değişle kapıları herkese açmak nasıl olacak bilmiyorum. Denemek istiyorum.
Neler olmalı  içeriğinde? galiba her şeyden biraz hayatın kendisi gibi damak tadı, göz zevki, mutluluklar, hüzünler, komedi, aşk… ve daha aklıma gelmeyen günlük yaşamsal detaylar. Çocuklarım doğduktan sonra günlük yazarken daha farklı bir bakış açısı edindim kendiliğinden gelişen bir durumdu bu satırlarda mutlulukların bol ama hüzünlerin daha az olmasına özen gösterdim ilerde okuyacaklarını hesaba kattım hep, tarifleri yazdığım defterlere küçük notlar yazdım Defne için “bu kurabiyeyi her yapışımda fırının önüne oturup heyecanla pişmesini bekleyişin geliyor aklıma”,” bu tarif anneannenin tarifi sende yap çocuklarına sakın unutma” gibi taşındığım evin duvarına minicik bir not yazdığım günü hatırlıyorum “bu evde biz mutlu olduk umarım sizde olursunuz” şimdi biraz çocukca gelsede ben hep böyleydim hayatıma girmiş her şeye bir vefa borcum vardı sanki .Fazla duygusal, fazla hassastım bu yüzden sessiz isyanlarım çok oldu. Kendi dünyamın romantik devrimcisi olacaktım ama olmadı bir kaç kişiyle devrim olmuyormuş anladım hemde çok geç anladım işte o zamandan beri gerçekten büyümeye başladım ne garip 40’lı yaşlarda büyümekten bahsetmek içinizden diyebilirsiniz zahmet etme bir dahaki sefere inşallah:)) ama demeyin daha umutsuz vakalar gördüm ben hani içindeki çocuğu büyütemeden yaşlılıktan ölenler gördüm. Artık büyümeyeceğinden kesinlikle emin olduğum 50’ye merdiven dayamış bir Peter Pan’ımız bile var, var olamayan ülkesinde birlikte büyüdüğümüz . Kısaca yazacak çok şey var, daha önceden yazdıklarım var, yolculuklar var, güzel tatlar var,  yıllar boyunca peşinden gittiğim cümleler satırla var hani okurken altını çizdiğimiz satırlar varya onlardan yüzlerce var.
Hepsini paylaşmak istiyorum, bir tek cümle bir tebessüme sebep olursa yüzünüzde, sadece bir deneyim ufacıkta olsa ışık tutarsa her hangi birinizin yoluna, bir tat mutluluk katarsa hayatınıza hele vazgeçilmeziniz olursa bir tarifim hoplaya zıplaya devam ederim yoluma
Elvan

Gönderen Elvan zaman: Pazartesi, Ocak 31, 2011

Bunu E-postayla Gönder BlogThis! Twitter’da Paylaş Facebook’ta Paylaş Google Buzz’da Paylaş

1 yorum:

Dee dedi ki…

Hani okurken altini cizdigin satirlara kirmiziyi eklemeyi unutma, denedigin herseyin; altini cizdigin bir gercege donustugunu hatirla, Paris’den bekledigin gunleri paylastigini, bir anda ne kadar hizli buyudugunu ise sariyla harmanla, “o” hep yaninda… O evin duvarlarina baktigimiz ilk gunu hatirla.. Firindan cikan bezeleri orada ogrettin, uzak yolculugumdan once hala sakladigim defterime tariflerini orada yazdin, o notlar senden bana “ogreten”… Sahanesin.. D:

Eski bir yazı…

Eren bu yıl okula başlıyor. Defne ortaokula başlayacak, bu demektir ki, ben bol bol ders çalışacağım, saymayı yeniden öğreneceğim, bugüne kadar öğrendiğim, hayata dair tüm bilgileri sil baştan yapıp okula yeniden başlayacağım. Güneşin neden ısıttığını, sonbaharda yaprakların neden döküldüğünü tekrar öğreneceğim. Gökkuşağının altından geçerken dilek bile tutacağım, kısaca farkına varmadığım güzellikleri yeniden keşfedeceğim.
Bu kez yol arkadaşım Eren olacak. Yine kendime zaman ayıramamaktan şikayet edecek ama daha ilerde bir gün resimlere bakıp onlarla geçirdiğimiz tüm zamanların hayatımızın en iyileri olduğunu fark edeceğim. Çünkü onlar artık büyümüş ve kendi yollarında arkalarına bakmaya vakit bulamadan koşturuyor olacaklar. Yorulduklarında dinlenmek ya da düşünmek için duraksadıklarında geriye bakacak hayal meyal hatırlayacaklar yolun ilk yarısını.
O yıllar….

Bir elimden annen, bir elimden baban tutsun, artık kimse zarar veremez sana. Tökezlesen bile annem izin vermez düşmene. Bir yerim acıdığında dört el aynı anda sevgiyle uzanır yaralarını iyileştirmek için. Gece korkulu bir rüya görsen annen kucaklar sevgiyle, korkuların geçer, kendini bırakırsın uykuya annenin güvenli kollarında. Altı üstü çikolata şeker, sağı solu oyun masal dertsiz, tasasız bir masal dünyasının masum meleğisindir o yıllarda.
Ne ağlatır, ne üzer seni? Çıkaramadığın ayakkabıların ya da isteyip de alamadığın lolipop, bunun için bile bir sürü gözyaşı dökebilirsin, çünkü içinde yaşadığın dünya, daha kötüleri, kötülükleri tanımadığın, süper kahramanların her şeyin üstesinden geldiği bir masal dünyasıdır.
Daha yolun başındasındır. Henüz geride sevdiğin birilerini bırakacak kadar bile yol almamışsındır. Öyle bile olsa, sevdiğin sen anlayacak yaşa gelene dek uzun bir seyahate çıkmış olur. Kısaca hiç yara almaman için herkes elinden geleni yapar, hayali senaryolar yazılır hatta senin canını acıttığı için çarptığın eşyalar azarlanır.
Sonra biraz daha büyürsün artık ağabey ya da abla olmanın daha avantajlı bir durum olduğunu fark eder, etrafta ağabeylik ya da ablalık yapacak birilerini ararsın. Artık ağabeysin ya da ablasın ya kimse tutmasın elini mümkünse.
“Ben bebek değilim!” diyen isyanların başlar. Yemeğini kendin yemek, düştüğünde kendin kalkmak istersin ama gene de annen ve babanın arkanda olduğunu bilmek en büyük güvencendir. Arkanda olsunlar ama yolunu çizmene karışmasınlar istersin.

Sonra okula başladığın ilk gün nasıl olduğunu anlamadan geliverir. Anneanne, dede, anne, baba sanki sana bakınca üniversiteden mezun olduğun günü görür gibi olurlar. Nasıl büyük bir gururla sokarlar seni sıraya. Senin ise gözlerin hep onları arar. Ağlaşmalar, fotoğraf karelerine sığdırılmaya çalışılan ilk okul günü. Sonra sorulaar sorulaaaar…
Sonra sorulaar sorulaaaar…
“Anne neden gökyüzü mavi?”
“Gökkuşağı nasıl oluyor?”
“Ben senin karnına nasıl girdim?”
“Oradan nasıl çıktım?”
“tabakta kaç elma, elimde kaç parmak var?”
“Buz neden soğuk?”
“Su neden ıslak?”
Sonbaharda yapraklar neden dökülür?”
Hayatı keşfetmek çok eğlenceli gelir, sanki ulaşılmaz bir sırrı keşfetmişcesine büyük bir mutlulukla parlar gözlerin aldığın her cevapla. “Vayyy beee! Annem ne çok şey biliyor!” diye hayrete düşersin, baban hayatının en önemli kahramanıdır. Kocaman cüssesiyle kapıdan şöyle bir görünüverdi mi, “benim babam seni döver” türünden böbürlenmelere de başlamış olursun artık. Yani artık gerektiğinde kullanabileceğin ek gücün bile vardır.
Aslında çok istediğin bu bir an önce büyüme işi, ancak büyüyünce anlayacağın, çocukluğun bütün avantajlarını kaybedeceğin, söyleyeceğin her sözün hakkında delil olarak kullanılacağı, yaptığın her şeyden sadece senin sorumlu olacağın, komşunun çocuğuyla bile mukayese edileceğin, potansiyel suçlu muamelesi görüp gizli gizli çantanın ceplerinin aranacağı berbat bir dönemin başlangıcı olacaktır.
Annen baban sana çok güvendiklerini ancak çevreye güvenmediklerini söyleyerek hayalini kurduğun özgürlüğe giden yolda hep önünü keseceklerdir. Bu dönem olağanüstü anlayışlı bir anne- babayla bile geçse de sıkıntılıdır.
Ne çocuksundur ne yeterince büyük. Bir yandan hızla büyüyen elini kolunu nereye koyacağını bilemez, dengeni kaybedip sağa- sola çarparsın adın “sakar”a çıkar. Bir yandan ayna karşısında harcanan zamanlar arttıkça, aynadaki görüntüde sinir etmeye başlar seni. Saçların istediğin gibi olmaz, yanakların olmadık yerde kızarır ele verir seni, yüzündeki minicik bir sivilce kabusun olur. Kısaca fiziksel değişimini bile kontrol edemezken bir de aşk meşk girdi mi işin içine, hepten leyla olur bütün gün tavanları seyredip çiçeğin böceğin güzelliğini anlatan şiirler okursun. Ya da seni görmezden gelen sevgiliye “aahh” edip acılı şarkılar dinler, aşk acısını da tattım hayat= 1, ben= 0 tarzında şiirler yazarsın defterlerinin arkasına.
Aşk acısını tatsan da, içinde bir yerlerde daha yaşama sevincin hiç eksilmeden duruyordur. Göreceğin daha çok şey vardır hâlâ sabırsızsındır, hâlâ yeterince büyümemişsindir. Hep varılacak hedefler vardır, arkana bile bakmadan koşarsın. Durup dinlenmek, dinlenirken arkana bakmak gelmez aklına. Bu arada hayatına o kadar çok insan girer ki, (yaşanmışlıklarının tanıklarıdır onlar) kimi yola seninle devam eder, kimi geride kalır ve böylece artık kayıpların acısı başlar. Aldığın yenilgilerin burukluğu, başını eğmek zorunda kaldığın anlar, karşılıksız aşklar ve yavaş yavaş eksilirsin….
O yıllardan ne çok şey kalır sana, daha sonra farkına varırsın. Yol boyunca kazandığın başarılarda, başarısızlıklarda çok şey öğretir, içinde bir yerlerde birikir onlar taaaki sen büyüyüp bilginin, tecrübenin sahip olduklarının değerini anlayacak olgunluğa erene kadar. Onlar senin gizli hazinendir, kaybettiğin gençliğin yerine sana kalanlardır.
Onlar her şeyden değerli…
Sonra ne çabuk geldim buralara türünden yakınmalara başlarsın, bizi en iyi anlatan şarkı “Nasıl geçti habersiz o güzelim yıllarım ” oluverir.
Sonra “şimdiki aklım olsa sabah daha erken uyanır, gece daha geç yatardım. Böylece güneşin doğuşunu kaçırmamış olur, gece yıldızları sayardım” gibi iş işten geçti cümleleri kurmaya başlarsın.
Bense çocuklarımın daha yolun başında oldukları ve bu amansız hayat koşusuna hazırlandıkları bugünlerde, bırakın gökteki yıldızları saymayı, yatağa 5 dakika erken gitsem kâr sayıyorum. Üstelik gökteki yıldızların sakinliğine bakıp evdekilere kızmaktan korkuyorum :)) Güneş her sabah ben fark etmeden doğsa da ertesi gün yine yeni güne uyanmamız için dua ediyorum

Elvan

Kız Arkadaşlar

Kız Arkadaşlar
Hayatımın en önemli günlerinden birini daha yaşarken, kız arkadaşların ne kadar önemli ve değerli olduğunu bir kez daha hatırladım.Yorucu birkaç günün ardından dün ve bugün uzun uzun düşündüm hepsini.
“Hayat sana teşekkür ederim” dedim.
Sadece birkaçını geride bir yerlerde bırakmama rağmen, beraber büyüdüğüm diğerleri için, geride bıraktıklarımla yaşadığım güzel anılar için…
Çocukluğumun tek şahidiydi içlerinden birisi, beraber oynadık çocuk oyunlarını, ilk aşkların heyecanlarını yaşadık beraber, ergenlik, anne kız çekişmeleri, büyümenin en sancılı günlerinde hep beraberdik, öyle devam edecekti sanki her şey. Kelimelere dökülmemiş sözler vermiştik birbirimize,beraber çocuklar doğurup beraber yaşlanmak için ama olmadı, ben tek başıma devam ettim yola. O, geride kaldı. Bir not düşmüşüm defterimin arkasına “hayat bir bahçe, o bahçede sonsuza dek tutmayı beceremediğim çiçekler oldu, solup gitti en güzeli, yerine yenisi koymadım, boş bıraktım yerini.”
Yıllar boyunca o kadar çok şey paylaşmıştık ki, hep kızdım kendime, daha çok ağlamalı daha sık düşünmeliydim onu. Bu kadar kolay olmamalıydı onsuzluk, ama hayat böyle, yas tutman için durup seni beklemiyor hiçbir şey. Üzüntü ve acıyı verdiği gibi yola devam etmen için gereken gücü de; başka mutluluklar ve sevinçlerle yeniden veriyor insana ve bana da tam o yıl kızımı verdi.
17 yaşındaydım tanıdığımda diğerini, evlenip de o uzak ülkeye gidene kadar  neredeyse her akşam kapısın kapadığımız odalarda yeni yetme flörtlerin heyecanını, platonik aşkları acısını paylaştık.
Üniversite yıllarıydı, ders çalışmamız lazımdı, sınavlar vardı ama başımızda esen kavak yelleri kesmişti ayağımızı yerden. O her daim çılgındı, yasaklara başkaldırır, bitmek tükenmek bilmeyen çatışmaların ortasında kalırdı . Bense hep ailenin söz dinleyen cici kızı. O hayatın içinde bata çıka aktı gitti, ben hayatın önümden akıp gitmesine seyirci kaldım o yıllarda. Önce ben evlendim, ertesi yıl o evlendi ve gitti. O da çıktı hayatımdan. Yıllar, senede 2-3 günlük görüşmelerle geçti, çok az şey paylaştık, çok az görüştük ama aramızdaki bağ hiç kopmadı. Ne zaman bir şeylere üzülüp sıkılsam, burnumun direği sızladı hasretinden, “olsa da kapansak bir odaya saatlerce sohbet etsek, iyileştirsek yaralarımı beraberce” dediğim.
Her gördüğümde seni, bir yandan “ne sinir olduğunu unutmuşum be!” deyip, bir yandan yüzündeki her detayı hafızama kazımaya alıştım. Seni sevmekten hiç vazgeçmedim yıllarca. sevgimin ne çok olduğunu, sesin o binlerce kilometre uzaktan üzgün geldiğinde, kendimi çaresiz ve mutsuz hissetiğimde anladım. Anneni kaybettiğinde oralarda yalnız olmadığını bilmek, iyi bir kız arkadaşın olduğunu bilmek   mutlu etti beni. Kısaca yürekten sevdim seni.
Üniversite hayatımın son yıllarında tanıdım  diğerini, daha bu sabah konuştuk bir fincan kahve eşliğinde kaç yıl oldu diye. 20 yıl olmuş bile. Son yıllarda daha da güçlenmiş aramızdaki bağ, bunu büyümemize, olgunlaşmamıza ve birbirimizi iyice tanımamıza bağladık.
Aramızda iyi bir denge kurabilmemizin temelinde farklılıklarımız yatıyor. O benim mantıklı yanım, ağlama duvarım ya da dışarıdaki sağduyum. Ben onun nesiyim? Galiba bütün o başarıyla altından kalktığı işlerin peşinde sürüklenirken arada bir vermek istediği dinlenme molasıyım ya da stres ve yorgunlukla dolu hayatında, durup, “başkaları nasıl yaşıyor, nelere üzülüyor?” sorusunun cevabıyım.
En renklisini tanıdığımdaysa 11 yaşımdaydım.Ortaokul ve lise yıllarında hep beraberdik. Coca Cola içerken şişenin altına vurup dişini kırdığımda koca bir kızdım. Çınarcık’tan gönderdiği mektupları hâlâ saklıyorum. Lise bitti, o evlendi, başka bir ülkede yaşamaya başladı. Uzun süre uzak kaldık. O başka bir dünyada bambaşka bir hayat yaşarken ben hayal ettiğim üniversite kampusunda kendimi kaybettiğim yıllarımı yaşıyordum. Değiştiğim, kendimi keşfettiğim harika yıllardı. Sonra bir yerlerde tekrar başladı herşey. Bir kaç ay farkla dünyaya getirdik kızlarımızı.. Artık fazla olmasa da yine ortak bir iki şeyimiz vardı.  Böylece başladı yeniden her şey.  Farklı bir dünyadan yayın yapan fena halde dünyalım o benim. Ne güzel tanımladım onu.
Bazen kızarım bazen eleştiririm ama ondaki su ve yağ benzeri birbirine hiç karışmayan o saflığı ve cingözlüğü çok severim.
Hayatın peşine takılıp ,durup dinlenmeksizin koştuğum  yıllarda , istediğim sıklılıkta görüşemediğim, ama orada olduklarını bilmenin bile dünyalara bedel olduğu  kız arkadaşlarım.
“Arkadaşlarınız kendi seçtiğiniz kardeşlerinizdir” diyor ya bir reklamda kendi seçtiğim kardeşlerim için bir kez daha “Hayat SanaTeşekkür Ederim”
Banu-Elvan (Elba)
       ODTÜ

Gönderen Elvan zaman: Cumartesi, Şubat 05, 2011 Bunu E-postayla Gönder BlogThis! Twitter’da Paylaş Facebook’ta Paylaş Googl

2. Gün

Kar çocuklara harika bir tatil hediyesi oldu. Hafta sonu bahçede 3 tane kardan kadın yaptık.Kafalarına reçel dökmek gibi saçma denemeler yapıp daha da eğlendik. 4 çocuk ve ben bahçe karla kaplanmış fonda kuş cıvıltıları  oturup yaramaz Wiggens’ın four seasons otelin restoranında görgü kurallarını nasıl öğrendiğini okuduk. Alex Von Bidder (Four Seasons Restoranın sahibi) yazmış bu kitabı basit ama eğlenceli öğretiyor kuralları benim en hoşuma giden kısmı tadını bilmediğiniz yemeği redetmeyin hiç değilse bir küçük lokma alın deneyin sonra karar verin kısmı oldu . Bu kitabı Martha programında tanıtmıştı bende amazondan sipariş ettim. Yabancı yayınları buradan satın almak pek akıllıca gelmiyor bana,  ciddi bir fiyat farkı her zaman olmasada, kapınıza kadar geliyor olması bile yurt dışı siparişini daha cazip kılıyor.    Kitap ve CD sözkonusu olduğunda sanırım en iyi adres Amazon.com , bu güne kadar çok sipariş verdim hiç bir sorunla karşılaşmadım.

Bu günlerde Battle Hymn of The Tiger Mother (kaplan annenin savaş marşı) kitabını okumayı istiyorum doğrusu bu kitap yeni bir tartışma, bir sorgulamayı başlattı bence Ben ne tür bir anneyim kaplan annemiyim yoksa Disney annesimiyim?  Ben bunu düşünürken Eren’le doğum günümde aramızda geçen konuşmayı  not aldığım küçük kağıt çıktı defterimin arasından,

-Annecim senin omurganı bile seviyorum. Sen Allah’ın bana hediyesisin. Sen İndiana Jones’tan bile güzelsin.

– Oğlum İndiana Jones bir erkek

-aaaaa bilmiyordum o zaman Adriana lima’dan bile güzelsin. :)))))))))

Hayatımızda bir çocuk olduğunda her şey biraz daha farklı oluyor galiba.  Onların o masum el değmemiş dünyasına baktıkça özlüyorum o tasasız dertsiz günleri.  Büyüdükçe , yol aldıkça hayatın içinde o masumiyeti, o saflığıda bırakıyoruz geride. Bir çikolata ,bir şeker için ağlarmısınız hiç? yada çıkaramadığınız kazağınız, çözemediğiniz ayakkabı bağınız ağlatırmı sizi? tabiiki hayır, ama onlar ağlar çünkü altı, üstü; çikolata, şeker sağı,solu; oyun , masal  tasasız ve tertemiz bir dünyanın  masum melekleridir onlar. Camdan kalpleri daha ince bir çizik bile almamıştır. Aldığı yaralar bile anne ve babasının kolayca iyileştirebileceği cinsten yaralardır henüz .

Benim hayatımdaki son çocukta hızla büyümekte.

Elvan

Ayşegül

Ayşegül kitapları çocukluk günlerimin en güzel anılarından. Ayşegül Küçük Anne, Ayşegül Bebek Bakıcısı, Ayşegül Ormanda, Ayşegül Resim Dersinde ve daha onlarcası. Bir süre önce internette gezinirken Ayşegül’ün tavan arasında bulduğu eski giysilerle kıyafet balosu yaptığı kitabın resimlerine rastladım. Resimlere bakarken o kitabı okuduğum güne geri gittim zamanda yolculuk :)) bu gün için her hangi bir tanımlama bulmakta zorlandığım tamamen o günlere ait bir duyguydu sanırım  yaşadığım , sonsuz bir mutluluk gibiydi. O günden sonra araştırmaya başladım kitapları.

Marcel Marlier’in scetchbook’unu bulabilirmiyim diye  çok aradım bir kaç eskiz buldum ve birebir aynılarını çizebilmek için uğraştım. Facebook’ta fun siteleri olduğunu gördüm. Orjinal adı Martine olan Ayşegül kitaplarının sadece bizim için değil bütün dünya çocuklarının sevdiği kitaplar arasında 1. sırada yer aldığını okumak hiç şaşırtmadı beni. Tabbi bu arada Gilbert Delahaye’yide unutmamak lazım. Marcel Marlier’in muhteşem resimlemesi ve Gilbert Delahaye’nin çocuklara insan, doğa ve hayvan sevgisini öğreten öyküleriyle hepimiz için unutulmaz çocukluk anıları oluşturdu Ayşegül kitapları.

Hiç değilse bir tanesi saklamış olmayı çok isterdim. Benim okuduğum, başucumdan ayırmadığım bir tanesini.

Marcel Marlier 1954 yılında başlamış Ayşegül serisini resimlemeye.  50 öykü başılmış, sayısız dile çevrilmiş. İlk kitap Ayşegül Çiftlikte büyük ilgi görmüş. Casterman yayın evi kazandırmış Ayşegül’ü bizim dünyamıza.

Gilbert Delehaye 1997 yılında hayata veda edince uzunca  süre öyküleri çizer Marcel Marlier’in oğlu Jean- louis yazmış. Tam dört kuşak Ayşegül’le büyümüş. 32 ülkede yayınlanmış Martine serisi. Her ülkede farklı bir ismi olmuş Belçika’lı Martine’in İtalya’da Christina, Almanya’da Steffi, İngiltere’de Mary, Amerika’da Debbie, portekiz’de Anita,

18 Ocak 2011’de Marcel Marlier’de hayata veda edince Ayşegül’ün uzun yolculuğu sona ermiş. Ayşegül şimdi çok üzgün:( tabii ben de.

 

LÜTFEN KALBİMİ KIRMA çünkü içinde sen varsın

Ali Ulurasba’nın yeni çıkan kitabının adı LÜTFEN KALBİMİ KIRMA çünkü içinde sen varsın

Hani bazen anlatmak istediğiniz onca şeyi birisi sizin için anlatıvermiştir  sanki. Öyle cümleler yaratmıştırki “daha iyi anlatılamazdı” dersiniz. İlk iki bölümden altını çizdiklerim:

Balzac, “Dünyada hiçbir şey mutsuzluk kadar mükemmel değildir!” der ve ekler ” Bütün mutsuzluklar kardeştir ve aynı dili konuşurlar!”

Aslına bakarsanız, ne yaşadığımız hayattır bizi inciten ne de bir başkası. Mutluluk da  mutsuzluk da, yani incindiğimiz veya incinmeden yolumuza devam edişimiz vakit almış bir sürecin eseridir. Bizim eserimizdir yani mükemmel mutsuzluk.

Herkes incinebiliyor gerçekten. sadece birileri tarafından değil, ulaşmak isrtediklerimiz var, kazanmak istediklerimiz ve kendimizde ve kendimize yakın olduklarımızda görmek, duymak istediklerimiz.Hayatımıza dair tedbirlerimizin hemen hemen çoğu bizi yarı yolda bırakıyor.

Ne planladığımız, ne istediğimiz ne düşündüğümüz ne de hayal ettiğimiz gibi değil hayat. Olması da mümkün değil. Nasıl olsun doğaçlama bir hayat yaşıyoruz.

İnsan kalp kırmakta mahirdir.Bir söz, bir davranış, bir dokunuş, bir ima….Hiç ummadık bir anda ve ummadık biçimde hem de son derece derin oluyor kırılma. Ancak insan kalp kırmada mahir olduğu kadar, gönül almada da mahir…. Hiçbir maharet ise kırılan gönüldeki kırılma anına dair o belli belirsiz izi silmeye yetmiyor. işte o izden kanıyor insan sürekli. tıpkı bir ağaç dalının kırıldığı yerden sürgün vermesi, o sürgünden çiçeğe, yaprağa durması ama o kırığı bir türlü oradan silememesi gibi.

“…. kimileri birden fazla kırdılar kalbimi ama ben onları yine de affettim… Onlar belki beni saflıkla yargıladılar. Belkide içten içe güldüler…..Ama asıl unuttukları şuydu….. Ben aldanmadım… Aldanan her zaman kendileri oldular ama bunu anlayamadılar….Bir insan kaybının ne olduğunu bilmedikleri için…..Kaybetmek onlar için bir alışkanlık haline geldiği için….Oysa ben hiç insan kaybetmedim….. Sadece zamanı geldiğinde vazgeçmeyi bildim o kadar…..” diyordu Can Yücel

En çok, en sevdiklerimiz kırıyor kalbimizi. hem de içlerinde kendileri olduğunu bildikleri halde.

 

Aşk

Sevgililer

Aşkın ömrü 3 yıldır. Aşkın ömrü evde uzar, aslında aşk da yok , Aşk gidiyorum demez ve daha yüzlercesi var aşkı anlatan kitapların. Herkesin kendine göre bir aşk tanımı var.   “Aşk henüz yakından tanımadığınız sadece  fiziksel özelliklerini beğendiğiniz kişiye hayalinizdeki mükemmel kişilik özelliklerini giydirdiğinizde oluşan duygudur.” demişti.Duygu Asena
Çok kolaydır aslında bu duyguya kapılmak.  Kafamızda mükemmel insan nedir? sorusuna hazır bir cevap vardır mutlaka, eh birde aradığınız fiziksel özelliklere sahip biriyse karşınıza çıkan, hemen ikisini birleştirir ve sonucu aşk olan bu muhteşem duyguya kapılıveririz sonra zamanla tanıdıkça,  hiç de hayal ettiğimiz gibi olmadığını görmeye başladıkça kalp atışları normale dönmeye, ayna karşısında geçen zaman azalmaya, ayaklarınız yere değmeye kısaca tüm fiziksel ve duygusal tepkilerimiz normale dönmeye  başlar ama bu noktaya gelene kadar yaşanan şey, inkar edilemeyecek kadar güzel bir duygudur. Aşkın halleri var, aşkın yaşı var, aşık olmamızı kolaylaştıran faktörler olduğu gibi aşkı  zorlaştıran hatta bazen imkansız kılan  şartlarda var. Thomas More’ın Ütopya’sında yaşanır ancak kitaplarda anlatılan zamansız, mekansız,  yaşı başı  olmayan aşklar. Üstelik orada aşklar sona da ermez sonsuz olur , çünkü kimse kimseyi değiştirmeye kalkmaz Ütopya’da. İnsanlar birbirlerini oldukları gibi kabul etmeye meyillidir herhalde orada. Bir hayal ülkesidir Ütopya.
Gerçi hiç bitmeyen aşk nasıl olur diye düşününce,  dayanmaz galiba diyorum  kalbi insanın o kadar telaşe, heyecana, sürekli bulutların üzerinde gezmek kolaymı, hiç durmadan şarkı şiir yazamaz bir yerlerde tükenir yaratıcılığı gerçekten insanın, sürekli hayallere dalacak kadar kimin boş vakti varki, sağa sola sevdiğimizin ismini kazımak komik olmazmı? çok ütopik olur sonsuz aşk. Yaşadığımız dünyanın dengelerine ayak uyduramayacak kadar korunmasız ve saf bir aşk olur. Sanırım onlu yaşlarda yaşadığımız o ilk aşklar biraz yakındır ütopik aşka.
Genede sonucu ne olursa olsun, ne kadar sürerse sürsün, herkes gönüllüdür çıkmaya aşkı bulmanın yolculuğuna. Şanslıysak hiç değilse bir kere çıkarız o yolculuğa, kimi geri döner yitirilmiş ümitlerle kimide, devam eder yola elinde kalanlarla. Yola devam edenler şanslı bence hele biten aşktan geriye kalan sevgiyse eğer… heyecanlar bittiğinde de sevgiyle bakabiliyorsak birbirimize, gerçekten şans bu işte.  Birde  hani o tarifi olmayan ancak yaşanırsa anlaşılan analık babalık duygusunu katmışsak işin içine bambaşka olur bu yolculuk. Başka sevdalar yaşanır bu süreçte dilinizdeki romantik şarkılar yerini ninnilere bırakır, başlarsınız koşmaya. Yol boyunca gördükleri her görüntü unutulmaz olsun, canları acımasın, hep mutlu olsunlar, tatsız şeyler çıkmasın yollarına diye hep daha önden koşmanız gerekir.
Bir başkasını kendinden çok sevmek, o’nun hayatında acıyı ve mutluluğu yaşamak…. Sevginin gücünü, sağlamlığını ve derinliğini öğrenmek…. birisini bu kadar yürekten sevmek nasıl bir şey bunu ancak çocuklarımı severek öğrendim. Aşkın en yalın hali bu, karşılıksız koşulsuz sevmek…
En küçük aşkım sevgililer günü hediyesi olarak meyveli yoğurt aldı bana:)))

Gönderen Elvan zaman: Pazartesi, Şubat 14, 2011 Bunu E-postayla Gönder BlogThis! Twitter’da Paylaş Facebook’ta Paylaş

Hayat bu…

hayat bu….

Bazen gündelik hayatın akışına o kadar çok kaptırıyorum ki kendimi durup dinlenmeksizin koşturuyorum. 24 saatin yetmediğini düşündüğüm günler oluyor çocuklar, ev, iş, eş, dost, sorumluluklar derken zaman hızla akıp gidiyor. Hâlâ okuyamadığım için üzüldüğüm birkaç kitap, bir türlü fırsat bulup davet edemediğim birkaç dost, ziyaret etmeye vakit bulamadığım aile büyükleri…

Bu hafta için de planlarım vardı. Sevdiğim bir kız arkadaşımla öğle yemeği yiyecektim. Kuzenimi arayıp cevap veremediğim telefonu için özür dileyip, onunla uzun uzun keyifli bir sohbet yapacaktım. Oğlumun proje ödevi için alışverişe çıkacaktım. Hafta sonu uzun zamandır ertelediğim dostlarımızdan birisini davet edip hoş bir cuma akşamı geçirecek, cumartesi günü biricik Irmak’ımın doğum günü partisine gidecek, pazar günü de bir dostumuzun nişanına katılacaktık. Hayat her zaman planladığımız gibi sürdürmüyor akışını bazen hiç beklemediğimiz bir anda kesiyor yolumuzu, alt üst ediyor planlarımızı. Eminim ben bu planları yaparken de nanik yapıyordu yukardan bana:))))

İki gündür hastanede yatıyorum. Oyunun en heyecanlı yerinde dışarı çıkartılmış bir oyuncu gibi hissettim kendimi hakemle pazarlık yapmak için koştum yanına ama dinlemedi beni kararını vermiş çoktan aldı sahanın kenarına. Önce direndim, “benim yatıp hastaneye iyileşmeyi bekleyecek böyle bir lüksüm yok, ben bir yolunu bulur bunu da ayakta geçiririm”  dedim ama olmadı, söz geçiremedim bedenime.

 

Şimdi mutluyum bol bol dinlendim, bütün sorumlulukları yıktım anneme ve babama kolumda serum bir hastane odasında fırıl fırıl dönüyorum. Kanıma karıştıkça şişedeki sarı su, gönüllü bir teslimiyet içinde bıraktım kendimi. Ben iyiyim dedikçe “hayır değilsin” diyorlar ne hikmetse gözler sadece kalbin aynası değil sağlığında aynası galiba sürekli kuvvetli bir ışık eşliğinde bakıyorlar gözlerimin derinliklerine. Sağa sola atıyorlar halsiz bedenimi. Salyangozu resetliyormuşum bu şekilde .

Baş dönmesi feci bir şey aslında ama bir de mide bulantısı eklenince dayanılmaz oluyor her şey sesler, ışık, kokular…

Toksöz Karasu’nun kitabında okumuştum: “Akıl sağlıklı bedeni idrak etmez ve onun normal işleyişine kayıtsız kalır. Böyle olmasaydı sonbaharda altın sarısı yaprakları, yazın masmavi gökyüzünü, kışın sakin sakin düşen kar tanelerini ve ilkbaharda aniden açıveren çan çiçeklerini görebildiğimiz için her an halimize şükrederdik. Kuş cıvıltılarını, çocukların şen kahkalarını, sevgililerimizin fısıltılarını ya da Beethoven’ın König Stephan uvertürünü işittiğimiz zaman derin bir minettarlık duyardık. Yürüyebilmemize, koşabilmemize, yıkanabilmemize, bir kutuyu alıp açabilmemize, yazabilmemize, yemek hazırlayabilmemize hatta sırf yataktan kalkabilmemize bile hayran olurduk.”

Çok doğru.
Bu işlevlerden herhangi birini yitirene dek anlamıyor insan değerini sağlığın. Sonra “değerini bilmeliyiz…” diye başlayan cümleler, “daha sık kullanmalıyız sevgi sözcüklerini” diye kendimize söz vermeler ve daha nice pişmanlıklar. Ama ne yazık ki bunlar hep sözde kalan pişmanlıklar. En fazla birkaç gün sürüyor, sonra nasıl olduğunu anlayamadan yine o döngünün içinde buluveriyoruz kendimizi. Her şey gene eskisi gibi olmaya başlıyor. Amansız koşuya devam ediyoruz kaldığımız yerden. Neyse ki benimki sadece kısa bir mola. Bir süre sonra tekrar döneceğim ve başlayacak her şey yeniden. Kısa sürecek unutmam hastanede gördüğüm hastaları, ağlayan yakınları ve şükredecek ne çok şeyim olduğunu hatırlamak için yine bir hastalık haberi ya da yeni bir mola gerekecek bana.
Hayat bu…..

Gönderen Elvan zaman: Perşembe, Şubat 24, 2011

1 yorum:

Adsız dedi ki… Bazen ben de bunu hayal ediyorum mola! ama düşününce bir an yüreğim sıkışıyor…Gece uyuyoruz ya sağlıkla bundan iyi mola yok diyorum kendi kendime 🙂
Kendine çook dikkat et, ruh ve beden borç defterine yazar ihmalleri biriktirmemek lazım hesabı.(Sülüman’nın ağzından mı çıktı bu cümle ne… :))
Seni çook seviyoruz mis kokulu, güzel teyzemiz… 24 Şubat 2011 11:46
Sitede yayınlanan fotoğraf, metin ve tariflerin tüm hakkı elvanbasustaoglu.com'a aittir. İzin almaksızın kopyalanamaz ve kullanılamaz.