Benim Hayal Defterim

DÜĞÜN HEDİYESİ

DSC_6925

  Eskisi kadar çok olmasa da, hala hiç değilse haftada 1 kitap bitiriyorum; ama malasef ancak sonu mutlu biten, kafamı yormayacak, içnde aklımda tutmaya çalıştığım cümleler ya da bilgiler olmayacak romantik kitaplar okuyorum.

DSC_6927

   Güzel olanları yazsam iyi olacak. Bayramda Karen Kingsbury’nin Şans’ını okudum. Olağan üstü güzel bir hikayeydi. Hatta düşündüm, eminim yakında bir sinema filmi olarak izleyeceğiz.  

DSC_6926

   Düğün Hediye’sinin içeriğinden çok kapak tasarımı büyüledi beni. Aman yaaa ne iflah olmaz bir romantiğim ben 🙂

DSC_6930

   İlknur Muştu yapmış kapak tasarımını. Web sitesine girdim baktım; meğer sevdiğim diğer bir kaç kitabın kapak tasarımı da İlknur Muştu imzası taşıyormuş.

DSC_6928

   Aklımızda olsun . Olurda bir gün bir öykü, bir kitap yazmaya karar verirsek, İlknur Muştu’nun zevkli ellerine teslim ederiz. 🙂

Gölün Kıyısında

Gölün Kıyısında, Kanada’da geçen hüzünlü ama umutlu bir öykü. Luke yaşadıkları kasabada bir ilki gerçekleştirir ve öğretmenlik okulunu  kazanır. Başka bir şehire okumaya gidecek olan oğulları için alışverişe çıkan anne ve baba yolda geçirdikleri bir kaza sonucunda hayatlarını kaybeder ve  dört kardeşi zorluklar ve mücadeleyle dolu bir hayatın içinde bırakırlar. Gerçekleşmeyen hayaller, hiç bitmeyen umutlar…. 

Dört kardeşin zorlu yaşam mücadelesi, bana bir kez daha hatırlattı; hayat her zaman hayal ettiğimiz gibi sürdürmüyor akışını. Hiç ummadığımız bir yola sapıveriyor bazen;gerçekleşmeyen hayaller, hiç beklemediğimiz süprizler…

“Çocukların pek az zaman mefhumu vardır….. Yarın sonsuzdur ve yıllar göz açıp kapayıncaya kadar geçer gider.”

Kitaplarda tıpkı tarifler gibi benim için; nasıl denediğim tarifler içinde kayda değer olanları paylaşıyorsam, kitaplar söz konusu olduğundada aynı şey, tadı damağımda kalan kitapları paylaşıyorum:))

Hollanda

Hollanda; 9/11 romanları diye adlandırılan,  11 Eylül romanlarından bir tanesi. İrlanda’da doğmuş, Hollanda’da büyümüş ve şimdi New York’ta yaşayan Joseph O’Neil’in yazdığı; 11 Eylül saldırısından sonra karısı ve oğlu İngiltere’ye dönen, kendisi New York ‘ta kalan Hollandalı bankacının gözünden New York’ta yaşayan özellikle kriket sporunun bir araya getirdiği göçmenlerin hayatının anlatıldığı ilginç bir kitap. Kitapta sürekli melek kanatlarıyla gezen enteresan bir Türk karekter bile var.

Kitap hakkında yapılan yorumlar şaşırtıcı derecede övgü dolu. Obama, “Şimdi Joseph O’Neil’in Hollanda kitabını okuyorum… Büyüleyici bir kitap muhteşem” demiş.

Observer, New York Times, USA Today, Washington Post yere göğe sığdıramamış kitabı.” Peki bizde neden bu kadar ses getirmedi?” diye sorar insan kitabı okumadan önce.

Okuyunca cevabı vermekte  zorlanmadım doğrusu. İyi bir çeviri değildi.  Gerçekten yoruldum okurken.  Yine de her kitap okunmaya değerdir. :))

HAYALLERİMİN ARKA BAHÇESİ

“Bu gün hiç keyfim yok, hava kapalı, canım hiç bir şey yapmak istemiyor. ” dediğiniz bir günde, mutlaka okuyun bu kitabı. Bazen insan, bir şeyler öğrenmekten çok, bir gülümseme, anlık bir mutluluk bulmak ister bir kitabın satırlarında….Böyle zamanlarda ne iyi gelir sonu mutlu biten romantik bir hikaye.  Kitapları, şahane bir sofrada olması gereken yemeklere benzetiyorum. Çocuklar gülüyorlar bu benzetmeye.  Her şeyden biraz olmalı bir sofrada, ancak böyle olursa yemek zevkli oluyor.   Hayallerimin Arka Bahçesi nefis bir yemek sonrası tatlısı gibi :))) Tadı damağınızdan uzun süre gitmeyecek……

 

 

 

daldan dala kitap

Değişik ruh hallerine göre farklı türde kitaplar okumak her şartta kitap okuyabilmeyi sağlıyor. Örneğin canımın sıkkın olduğu ya da kafamı meşgul eden şeylerin fazla olduğu zamanlarda  sonu mutlu biten romantik hikayeler, anlık sakinleştiriciler gibidir; kitabın son sayfasını okuyup kapadığımda kapağını, yüzümde mutlu bir gülümsemeyle dönerim hayata ama geriye ya da ertesi güne hiç bir şey kalmaz. Nadiren de olsa bir kez daha okuyayım dediğim bir tanesi çıkarsa içlerinden, üzerine bir çarpı atar, 1-2 sene sonra anlık bir mutluluğa içsel bir huzura ihtiyacım olduğunda tekrar okumak üzere kaldırırım tekrar okunacaklar rafına.  Çok da haksızlık etmemeliyim aslındabu kitaplara, özellikle Judith Mcnaught daha eskilere gidersem Barbara Cartland’ın kitaplarındanda İngiliz tarihi ve aristokrasisi hakkında az şey öğrenmedim :))   Danielle Steell, Nicholas Spark’ın  romanları Amerika’da geçer bu romanlar sayesindede neredeyse gözüm kapalı  gösteririm eyaletleri, şehirleri :))  Aslında müthiş etliyeci romanlardır, İkisinin de bir çok romanını TV’de film olarak izledik; Yüzük, Defter ne etkileyici filmlerdi. Her türün ayrı yeri ve zamanı var benim için “bazen vakit hızla akıp gidiyor yeni ne öğrendim?” diye bir endişeye kapılırım o zaman altını çizeceğim, sağa sola notlar alacağım cümleleri olan kitaplar okurum bazen edebiyat damarım tutar. Son zamanlarda,  çocukken anne baba zorlamasıyla okuduğum Rus edebiyatının ünlü klasiklerini şimdiki algımla yeniden okumak istiyorum. 1950’lerde basılmış annemin Anna Karenina’sı var başucumda, eski kitap kokusuna bayılırım. sararmış sayfalar, eskimiş bir cilt….Bir kaç aydır  Sebahattin Ali’ye takıldım. En son Kuyucaklı Yusuf’u okudum. Daha önce okudum da hatırlamıyor muyum, yoksa ilk kez mi okudum?  Çok zorladım hafızamı   okumuş olmayı dileyerek ama olmadı, sonuç olumsuz biraz utandım. Edebiyat tarihimizin önemli eserlerinden birisi Kuyucaklı Yusuf . Okumayan her kes bu romanı mutlaka okumalı ama mutlaka…

Kar meleği

Rachel Price’ın , alkolik annesinden yediği dayaklar ve ondan duyduğu hakaret dolu cümlelerin yarattığı güvensiz ve karanlık dünyasında varolabilme mücadelesini, sevgisizliğin içinde açtığı derin yarayı,  ruhunun yıkıntıları üzerine kurduğu mutsuz evliliğini ve kızını bütün bunlardan koruyabilmek adına verdiği mücadeleyi soluksuz okudum .

“Kızımın benim gençlik yıllarımda bir parça olsun mutlu olduğumu düşünmesini sağlayacak bir kaç anı aradım. Hayatımın sert gerçekliğini bastıracak günlerim olmuştu mutlaka fakat bunlar kırık kalbimin gölgesinde kalmıştı.”

“Dayak atılamayacak kadar büyümüştüm  fakat olması gerekenden daha uzun bir süre bu şekilde cezalandırılmanın utancını yaşamaya devam ettim.”

“Bana daha önce de bağırmıştı. Daha önce de vurmuştu. Ancak o geceki şiddet içimde derin bir yerlere işlemiş, ağır ağır, acı bir zehir gibi içime sızmıştı. Sessizce ağlamaya çalışıyordum ancak her hıçkırık can yakan duygulara sıkı sıkıya bağlı gizli bir yerlerden kopuyordu sanki. Çok geçmeden yüzümü yastığa gömdüm ve belki de yüzüncü kez kırılan kalbimin sesini bastırmaya çalıştım.”

” Babam şefkatli bir adam değildi. Bu yüzden battaniyeleri kaldırıp beni sanki hiç ağırlığım yokmuş gibi kollarına almasına şaşırdım. Benim kırk kiloluk bedenimi kaldırmak onun için işten bile sayılmazdı ama beni çocukluğumun yıkıntılarından çekip çıkardığını hissetmiştim adeta. Yüzümü göğsüne gömdüm; olduğuma inandığım genç bir kız değil de yeni yürümeye başlayan bir çocukmuşum gibi ona sıkı sıkı tutundum.”

Audrey Hepburn

Geçen hafta okudum Audrey Hepburn’ün hayat hikayesini. Bütün zamanların en ünlü stil ikonu. Çocuksu ve zarif. Benim aklımda hep siyah kalem pantalon, babetler, fransız kahküllü saçlar, kocaman gözler olarak kalmış Audrey hepburn. Coco Chanel nasıl korsajlar ve kabarık etekler olmadan da şık olunabileceğini kanıtlamışsa, Audrey Hepburn’da yuvarlak hatlar olmadan zayıf bir silüetle şık, hatta stil ikonu olunabileceğini kanıtlamış. üstelik zamanının ünlüleri Elizabeth Taylor ve Marilyn Monroe gibi kadınsı hatlara sahip güzeller altın çağlarını yaşarken.

Bu kadar zarif ve aristokrat görüntüsünün arkasında Hollandalı bir Barones olan annesi varmış. Bir baronesin kızı olarak Avrupa’nın asalet kaidelerine uygun bir zarafetle yetiştirilmiş, zorlu bir bale eğitiminden geçmiş, savaşın acılarını yaşamış…  Kitabın bir yerinde ” Diğer insanların senden önce gelmesi eski moda ama harika bir fikirdir. Ben bu ahlakla yetiştim.” demiş Audrey Hepburn. Bence bu eski moda şey asıl insanı zarif ve asil yapan. Zamanımızın hastalığı bencillik insanları bu kadar kaba ve duyarsız yapıyor. 🙁 Diğer insanların senden önce gelmesi… Bu ahlakla yetiştirilmesinin sonucu galiba,  yıllarca UNICEF iyi niyet elçisi olarak çalışması. Afrika’ya sayısız seyahat yapıp, zor koşullarda o insanlarla yaşaması. İnsanlar açlıktan, hastalıktan ölmesin diye dünyaya sesini duyurabilme çabaları. Henüz ölmüş bir Afrikalı çocuğun yanında diz çökmüş, çaresi bir ifadeyle çocuğa bakan fotoğrafı benim hâlâ aklımda.

Yakın arkadaşı Hubert de  Givenchy’nin tasarladığı kıyafetler sayesinde, Audrey Hepburn tüm zamanların en ünlü moda ikonlarından biri olmuş.  Truman Capote’nin kısa romanından sinemaya uyarlanan Breakfast at Tiffany’s’deki şıklığıyla, zarafet ve moda denince akla ilk gelen o olmaya başlamış.

Zamanın abartılı kaş makyajı

Aktör Mel Ferrer’le olan evliliğinden dünyaya gelen oğlu Sean Hepburn Ferrer’in yazdığı AN ELEGANT SPİRİT kitabının kapağındaki fotoğraf.  En güzel fotoğraflarından biri.

Funny Face filminin en güzel sahnelerinden birisi bu. Seine nehri kıyısında kollarını açmış Bonjour, Paris! şarkısını söylerken.

Roma Tatili fimini çevirdiği yıllardan bir fotoğraf. Ne kadar duru bir güzelliği var.

 Roma tatili,  Breakfast at Tiffany’s  ve Sabrina’yı sipariş etmiştim Amazon’dan. Dün akşam yıllar sonra, kimbilir kaçıncı kez seyrettim Breakfast at Tiffany’s filmini. Bir farkla bu defa orjinal dilinde. Pencere pervazında oturup elinde gitarı Henry Mancini’nin unutulmaz Moon River’ını söylediği sahne çok güzeldi.

 Hollywood starlarının kıyafet tasarımcısı Edith Head “Kasıtlı olarak başka kadınlardan farklı görünüyor ve zarafetini en değerli özelliği olarak vurguluyordu” demiş. Audrey Hepburn için.


BİR TÜRK AİLESİNİN ÖYKÜSÜ

Portrait of a Turkish Family,mensubu olduğu Türk Hava Kuvvetlerin’den bir ingiliz vatandaşıyla yaptığı evlilik yüzünden zorunlu olarak ayrılıp hayatının geri kalanını İngiltere’de geçiren, Pilot İrfan Orga’nın Osmanlının son, Cumhuriyetin ilk yıllarını kapsayan çocukluk ve gençlik yıllarını   anlattığı olağan üstü güzellikte bir öykü.

Varlıklı bir ailenin yoksullukla  sınandığı acı dolu yıllar, gözyaşları ve ayrılıklarla yoğrulmuş gerçek bir yaşam öyküsü. Kitap İngiltere’de 1950 yılında ingilizce olarak basıldığında inanılmaz övgüler almış. The Spectator’da çıkan bir yazıda İrfan Orga için “George Eliott’un erkeği ve Müslüman olanı”, şeklinde bir yorum yapılmış. 

Amerikalı yazar Jean de Sequey, 12 Mart 1950 tarihli The New York Times Book Rewiev’da şöyle bir yorum yapmış:

“Türkiye ile ilgili roman çok azdır. Hele Türklerin kişisel özellikleri ile yaşayış biçimlerini işleyen roman türü, bir Türk tarafından yabancı dilde – hiç değilse ingilizce dilinde- şimdiye kadar kaleme alınmamıştır.”

Talat Halman, yazdığı önsözde kitabın yaptığı iki önemli işten söz etmiş:

Birincisi, Türk yaşamını Türk’ün ağzından İngilizce olarak dünyaya sunan ilk edebi eserlerden biri olması.

İkincisi, yirminci yüzyılın ikinci yarısında başlı başına bir tür olan, önce Asya ile latin Amerika’ nın, sonra Afrika’nın nice yazarlarının İngilizce yazdığı”aile anıları” ve “otobiyografik romanlar” tarzının ilk güçlü örneklerinden biri olmasıdır.

Mücadele dolu yılların içtenlikle satırlara döküldüğü, yaşandığı dönemin zorluklarını bize etkileyici bir dille anlatan mutlaka okunması gereken bir kitap bence.

Küçük mucizeler dükkanı

Küçük Mucizeler Dükkânı, Desperate Housewives’ı hatırlattı bana daha ilk satırlarında. Kanserle mücadelesinde iki kez galip çıkmış ama içinde hep tekrar ederse korkusuyla yaşayan “Artık o eski tasasız kız değilim. yaşadığım her günün değerini biliyorum. Çünkü hayatın ne kadar değerli olduğunu öğrendim….. Hiçbir şeyi, özelliklede hayatı hafife almaz oldum. Artık hiç bir günümü boşa geçirmiyorum. Çektiğim acıların bir karşılığı olduğunu öğrendim….”  diyen  Lydia’nın önceleri korkularını unutmak için başladığı sonradan bir tutkuya dönüşen örgü merakı,  Bir Yumak Mutluluk adını verdiği dükkânında başlattığı örgü kursu sayesinde bir araya gelen birbirinden oldukça farklı dört güçlü kadının umut dolu hikayesi.

Küçük Mucizeler Dükkânı; yeni bir umuda, biraz gülümsemeye ihtiyacınız olduğunda okunacak keyifli, mutlu, umutlu bir kitap.

Bir Savaşçının Yaşamı

516 sayfalık bir kitap insanın gözünü korkutur biraz ama Paulo Coelho’nun hayat hikayesi öylesine sarsıcı, öylesine çalkantılı ki insan elinden bırakamıyor kitabı. Paulo Coelho otobiyografisini yazmayı düşünmüş ancak hatalarını haklı çıkarmadan ve başarılarını abartmadan kendi hakkında yazmanın pek mümkün olmayacağına karar verip Fernando Morais’in yazarlığını kabul etmiş, üstelik açığa çıkmasını istemediğ şeylerin bile açığa çıkacağı riskini göze alarak. Zorlu bir çocukluk ve gençlik dönemi geçirmiş yazar. Elbette sıradan bir hayatı olmasını beklemiyordum ama “bu kadarı da çok fazla” dedim okurken.

Anne ve babasının zoruyla akıl hastanesine yatırılışı. “Şizoid eğilimli bir hasta” teşhisi, elektro şok tedavisi… Akıl hastanesinden babasına babalar gününü kutlamak için yazdığı mektupta,” Günaydın baba bu gün senin günün, ve sana ne bir şey verebiliyor ne de bir şey söyleyebiliyorum, çünkü sertleşmiş yüreğin sözcükleri duyamıyor. Artık aynı adam değilsin. Yüreğin yaşlandı, umutsuzluk kulaklarını sağır etti “  diye devam eden hüzünlü mektubu, uyuşturucuyla kat ettiği gençlik yılları, hippilik ve sonrasında karanlık güçlerle kurmaya çalıştığı yakın temas  sırasında yaşadığı  korkulu deneyimi, bu arada sürekli okuyarak ve yazarak beslediği ünlü bir yazar olma tutkusu.

Defalarca geri çevrilen yazıları bana “Kazananlar asla vazgeçmeyenlerdir” sözünü hatırlattı.

İki çok satar plakla süslediği müzik kariyeri, tutukluluk günleri, Ezoterizme duyduğu hiç dinmeyen merakı ve dünyada yavaş yavaş  tanınır bir yazar olmaya başlaması.  Bu arada dünya Paulo Coelho’nun önünde diz çökerken, Brezilyalı eleştirmenlerin küçümseyen eleştirileri, meğer Brezilya’da bir başkasının başarısı kişisel bir hakaret, surata patlatılan bir tokat gibi hissedilirmiş bunu ünlü Brezilyalı besteci  Tom Jobim söylemiş. Şaşırdım ne kadar da benziyoruz şu Brezilyalılara :))

Fransızlara özgü bir unvanla onurlandırılırken, Fransa kültür bakanı “Kitaplarınız iyi geliyor, çünkü onlar hayal kurma ve arayış arzumuzu artırıyor ve bu arayışa olan inancımızı güçlendiriyor.” diyerek çok doğru tanımlamış kitapların yarattığı etkiyi.

Frank Sinatra biyografisinden sonra okuduğum en doyurucu biyografiydi Fernando Morais’in yazdığı Paulo Coelho biyografisi.

Sitede yayınlanan fotoğraf, metin ve tariflerin tüm hakkı elvanbasustaoglu.com'a aittir. İzin almaksızın kopyalanamaz ve kullanılamaz.