hayat bu….
Bazen gündelik hayatın akışına o kadar çok kaptırıyorum ki kendimi durup dinlenmeksizin koşturuyorum. 24 saatin yetmediğini düşündüğüm günler oluyor çocuklar, ev, iş, eş, dost, sorumluluklar derken zaman hızla akıp gidiyor. Hâlâ okuyamadığım için üzüldüğüm birkaç kitap, bir türlü fırsat bulup davet edemediğim birkaç dost, ziyaret etmeye vakit bulamadığım aile büyükleri…
Bu hafta için de planlarım vardı. Sevdiğim bir kız arkadaşımla öğle yemeği yiyecektim. Kuzenimi arayıp cevap veremediğim telefonu için özür dileyip, onunla uzun uzun keyifli bir sohbet yapacaktım. Oğlumun proje ödevi için alışverişe çıkacaktım. Hafta sonu uzun zamandır ertelediğim dostlarımızdan birisini davet edip hoş bir cuma akşamı geçirecek, cumartesi günü biricik Irmak’ımın doğum günü partisine gidecek, pazar günü de bir dostumuzun nişanına katılacaktık. Hayat her zaman planladığımız gibi sürdürmüyor akışını bazen hiç beklemediğimiz bir anda kesiyor yolumuzu, alt üst ediyor planlarımızı. Eminim ben bu planları yaparken de nanik yapıyordu yukardan bana:))))
İki gündür hastanede yatıyorum. Oyunun en heyecanlı yerinde dışarı çıkartılmış bir oyuncu gibi hissettim kendimi hakemle pazarlık yapmak için koştum yanına ama dinlemedi beni kararını vermiş çoktan aldı sahanın kenarına. Önce direndim, “benim yatıp hastaneye iyileşmeyi bekleyecek böyle bir lüksüm yok, ben bir yolunu bulur bunu da ayakta geçiririm” dedim ama olmadı, söz geçiremedim bedenime.
Şimdi mutluyum bol bol dinlendim, bütün sorumlulukları yıktım anneme ve babama kolumda serum bir hastane odasında fırıl fırıl dönüyorum. Kanıma karıştıkça şişedeki sarı su, gönüllü bir teslimiyet içinde bıraktım kendimi. Ben iyiyim dedikçe “hayır değilsin” diyorlar ne hikmetse gözler sadece kalbin aynası değil sağlığında aynası galiba sürekli kuvvetli bir ışık eşliğinde bakıyorlar gözlerimin derinliklerine. Sağa sola atıyorlar halsiz bedenimi. Salyangozu resetliyormuşum bu şekilde .
Baş dönmesi feci bir şey aslında ama bir de mide bulantısı eklenince dayanılmaz oluyor her şey sesler, ışık, kokular…
Toksöz Karasu’nun kitabında okumuştum: “Akıl sağlıklı bedeni idrak etmez ve onun normal işleyişine kayıtsız kalır. Böyle olmasaydı sonbaharda altın sarısı yaprakları, yazın masmavi gökyüzünü, kışın sakin sakin düşen kar tanelerini ve ilkbaharda aniden açıveren çan çiçeklerini görebildiğimiz için her an halimize şükrederdik. Kuş cıvıltılarını, çocukların şen kahkalarını, sevgililerimizin fısıltılarını ya da Beethoven’ın König Stephan uvertürünü işittiğimiz zaman derin bir minettarlık duyardık. Yürüyebilmemize, koşabilmemize, yıkanabilmemize, bir kutuyu alıp açabilmemize, yazabilmemize, yemek hazırlayabilmemize hatta sırf yataktan kalkabilmemize bile hayran olurduk.”
Çok doğru.
Bu işlevlerden herhangi birini yitirene dek anlamıyor insan değerini sağlığın. Sonra “değerini bilmeliyiz…” diye başlayan cümleler, “daha sık kullanmalıyız sevgi sözcüklerini” diye kendimize söz vermeler ve daha nice pişmanlıklar. Ama ne yazık ki bunlar hep sözde kalan pişmanlıklar. En fazla birkaç gün sürüyor, sonra nasıl olduğunu anlayamadan yine o döngünün içinde buluveriyoruz kendimizi. Her şey gene eskisi gibi olmaya başlıyor. Amansız koşuya devam ediyoruz kaldığımız yerden. Neyse ki benimki sadece kısa bir mola. Bir süre sonra tekrar döneceğim ve başlayacak her şey yeniden. Kısa sürecek unutmam hastanede gördüğüm hastaları, ağlayan yakınları ve şükredecek ne çok şeyim olduğunu hatırlamak için yine bir hastalık haberi ya da yeni bir mola gerekecek bana.
Hayat bu…..
Gönderen Elvan zaman: Perşembe, Şubat 24, 2011
1 yorum:
Kendine çook dikkat et, ruh ve beden borç defterine yazar ihmalleri biriktirmemek lazım hesabı.(Sülüman’nın ağzından mı çıktı bu cümle ne… :))
Seni çook seviyoruz mis kokulu, güzel teyzemiz… 24 Şubat 2011 11:46