Bergen: Otellerinde klima olmayan 🙁 sevimli bir Norveç şehri.
Dün, bugün, yarın....
“Erken yaşta hakiki dostlar bulmak lazım.”
Aradan onlarca yıl geçtiğinde, bir buluşmada tamamlandığını hissettiğin, o kaygısız, mutlu günlerde olduğu gibi içtenlikle gülümsediğin, hatta çoktandır unuttuğun bir kahkaha selinde boğulduğun… Mutluluğunu da mutsuzluğunu da gözünden anlayacak, eskide kalmış umutları yeniden yeşertecek dostları olmalı insanın.
Bir gününe neler vermezdim.
U3 anfisinde buluşalım bir sabah. Sen, sen ,sen ve ben.
Otostop skeçleri yapıp sandalyelerden düşelim gülmekten. Matematik hocasına aşık bir genç kız olsun aramızda, matris anlatsın gırgırına tahtada size. Sen bu buluşmaya annenin o mis kokulu sable bisküvilerinden getirmeyi unutma. Senin ağladığını görmeyim bir daha, o güne hiç geri dönmeyelim. Zaten sen çoktan öğrenmişsindir içine akıtmayı gözyaşlarını. Ya da benim gibi bir kitap satırında hatırlayıp her şeyi, kitaptanmış gibi yapmayı. Sen bir aşka kapılıp bırakıp gitme bizi bu sefer. Ben yine hep yaptığım gibi olmayacak aşkların hayaliyle güldüreyim sizi.
Mutluluğumuzu olduğu gibi mutsuzluklarımızı da konuşalım ama. Bir zaman hayallerim, şimdi başarısızlıklarım olan ne varsa anlatayım size birbir. Bakalım iyileştirebilecekmisiniz yaralarımı. Eskiden ne güzel saradık kırıklarımızı,hiçbiri bu kadar derin değildi belki ama çocuksu bir masumiyetle inanırdık her şeyin düzeleceğine. Ne güzel tamamlardık eksiklerimizi: Ailenden uzak olduğun bir yılbaşı akşamı bizim evde, kimyadan zor bir sınav öncesi kantinde, en çok da bizde kaldığın, senin bana kimya, benim sana fizik çalıştırdığım o günü unutmuyorum. Tamamlardık neyimiz eksikse.
Buluşalım yeniden! Havaya fırlatılmış bir mutluluk olsun her şey; sonunda başladığı yere dönen.
Sonra keyifli bir sofrada devam edelim. Bütün pişmanlıklarımızı, en doğru kararlarımızı anlatalım birbirimize. O pırıl pırıl hayallerimizden, umutlarımızdan söz edelim. Gerçekleşmiş tüm hayaller için kaldıralım kadehlerimizi. Gelirken fotoğrafları da getirelim yanımızda. Modası geçmiş kıyafetlerimize, saçlarımıza bakıp gülelim uzun uzun. Fotoğraflardaki gülüşlerimize, gözlerimizin içindeki çocuksu masumiyete, umut dolu sevince bakalım. Beşeri bilimlere giden ağaçlıklı koridorda lambaların fanuslarını tek tek indirip, kenara koya koya devam ettiğimiz yolun sonunda yakalanıp hepsini yeniden takmak zorunda kaldığımız o güne katıla katıla gülelim. Kapısının kolunun elimde kaldığı sınıfa, merdivenlerinde “DEVRİM” yazan stadyumda güneşlendiğimiz günlere gidelim. Bisiklete binelim yine beraber. Kütüphanede kitap taşınan arabalara binip sesizce birbirimizi itelim kimselere görünmeden. İşte bu çok komik olur!
Fiziğin önündeki çimlerde oturup, kalplerimizi derinden sarsan o umarsız çocuksu aşklarımızdan bahsedelim. Yıllar önce seyredip hala unutmadığımız bir filmden bahseder gibi, hangimizin aklında hangi sahne kalmış o aşklardan anlatalım. Aşk deyinde parfüm kokusu ne hatırlatacak hepimize? Yine ben güldürücem sizi. Neydi o parfümün adı? Bakın gördünüz mü aşklarımız bile ne çocuksu ne tertemizdi.
Bugünleri hiç hesaba katmadan sadece o günlerden konuşalım bir kaç saat. Bakalım unutmuşmuyuz gülmeyi, geleceğine dertlendiğimiz ülkenin gölgesinde… Kaybetmişmiyiz hayallerimizi düş kırıkları yüzünden?
Mesela size son bir kaç yıldır hiç hayal kuramadığımı ve hiç bir şeyin beni bu kadar üzmediğini anlatırım. Annem yıllar önce ” Hayal kurmaktan vazgeçtiğinde ölür insan” demişti. İçimdeki çocuğu mu kaybettim? Hani gökyüzü gibiydi çocukluk, hiç bir yere gitmezdi. Kaybettiğimiz masumiyetimiz gibi o da gizli bir kutuda dursun, diplerde köşelerde. Yangında ilk kurtarılacaklar listesinde ilk sıralarda.
Biliyorum hiç hesaplar yapmadan anlatırız her şeyi, yanlış anlaşılmaktan korkmadan. Belki de şimdi her zamankinden daha çok ihtiyacımız var birbirimize Gittikçe yalnızlaşıyoruz. Konuştukça zarar görmekten, sevdiklerimizi üzmemek için susmaktan ya da mış gibi yapmaktan hem çok yorgunuz, hem de çok yalnız.
Hadi binlerce kilometre öteden çık gel. Sen de gel, sen de buluşalım hayatımızın belki de en uçarı, en mutlu yıllarının sahnesinde. Bahar şenliklerinde el ele tutuşarak sevgi çemberi yaptığımız o kocaman kampüsün küçücük bir noktasında sevgiyle sarılalım birbirimize. Hadi!
İsveç’ten Oslo’ya döndüğümüz akşamın hemen sabahında trene binip “Norway in a nutshell’ turuna çıktık.
4-5 saatlik bir tren yolculuğu bizi Myrdal’a getirdi.
Myrdal’da indiğimiz yerden 15-20 dakika sonra eski, sevimli Flam trenine(Flamsbana) bindik. Tren’de oturma düzeni erken gelen oturur şeklindeydi 🙂 20 km’lik yol boyunca nefis dağ manzaraları seyrettik.
Tren Kjosfossen’de 15 dakikalık kısa bir mola verdi. Herkes bu muhteşem çağlayanın önünde fotoğraf çektirdi. Bu fotoğrafta görünmüyor; ama tam trenin durup insanların dışarı çıktığı anlarda hafif bir müzik eşliğinde bir kadın çağlayanın durgun bir yerinde dans etti.
Flamsdalen
1 saatlik tren yolcuğunun sonunda Flam’e geldik. Yarım saat içinde Fish and Chips’le karnımızı doyurup, gemiye atladık.
Aurlandsfyordu boyunca yol alırken, gerçekten harika bir doğayla içiçeydik.
Martılar, kıyıdan iyice uzaklaşana kadar eşlik ettiler bize.Tabii hiç bir şey karşılıksız değil. Biz onların fotoğraflarını çekerken onlar karınlarını doyurdular.
Aurland
Fyordlarda kayaking yapmak ne zevk! Kayakların, kanolardan farkı oturma yerlerinin kapalı olması, belki bir kaç fark daha vardır.
Bu müthiş konrast doğanın içinde, kırmızımsı boyalı evler çok dikkat çekiyor. İskandinavya’nın genelinde en çok kullanılan dış cephe rengi Falun kırmızısı. Ahşap ev ve ambarları bu renge boyuyorlar. İsveç Dalarna’daki Falun bakır madenlerinden çıkmış bu renk. Ahşabı çok iyi koruduğu için, 16. yüzyılldan bugüne popularitesini korumuş falun kırmızısı.
Böyle bir doğaya tanık olduğunuz anlarda, etrafımızdaki onca insanın sessizliği inanılmaz bir şanstı.
Oysa insan arıyor; şöyle bağıra bağıra cep telefonuyla konuşan bir memleketlisini 🙂
Ters bir “V” çizdik bu şahane fyord turunda. Bir ayağı Aurlandsfyord’du öbür ayağı ise Naeroyfyord.
Önce oturacak yer bulamadık, sonra yağmur yağmaya başlayınca herkes içeri girdi.
Naeroyfyord’u UNESCO Dünya Miras listesinde.
Aurlands ve Naeroy fyorları, Norveç’in en uzun fyordu Sognefyord’un kısa kollarından ikisi.
Usul, usul yağan yağmurun altında ıslandık.
Denizin rengi muhteşemdi.
Naeroyfyord’u, Frozen filmindeki Arendelle ülkesinin esin kaynağıymış ne hoş!
Fyordlar, bir kaç vadide kurulmuş yerleşim yerleri dışında yaklaşık 1800 metre yüksekliğinde dağlarla çevrilmiş şahane bir doğa parçası.
Şurada yaşamak nasıl olur? Bir balıkçı kasabası…
Aurlands ve Naeroy fyordlarının her biri yaklaşık 17-18 km uzunluğunda.
National Geographic Traveler Magazin, Norveç fyordlarını UNESCO Dünya Miras listesinde en iyi korunmuş yer olarak oylamış. Lonely Planet ise, yaşam boyu yapılacak 8 yolculuktan birisi olarak seçmiş fyord turunu.
Kayaking, fyord atraksiyonlarından biri.
Ne zaman yabancı bir misafirimiz olsa mutlaka evde ağırlamak isterim. Geleneklerimizi, yaşam tarzımızı merak ederler diye düşünürüm; çünkü ben şu evlere bakıp bakıp içlerinde yaşanan hayatları merak ederim. Günlük rutinleri nedir, ne yer ne içerler?
Toplam iki saat içinde farklı hava koşullarına maruz kaldık.
Sevgili eşim, şu merak ettiğim evlerde yaşanan hayatlarla ilgili beni aydınlattı. Öğrencilik yıllarında, bir kaç hafta kaldığı Norveç’te Norveç’li bir aileye misafir olmuş. Anılarında bir türlü doymayan karnı, sürekli yenen patates ve balık öyle bir yer etmiş ki…
Yaşasın üşüyeceğiz! diye bavula doldurduğum montlar, kazaklar sadece fyord turunda biraz işe yaradı.
Bütün bu manzaralar kitap okurken çok işe yarıyor. Canlandırma….
Renkler, sessizlik, hava …. Bol bol dua ettim. Çok yakın hissettim:))
Keçilere bile imrendik. “Onların da şanslısı var.” dedik.
Yolculuk sona erdi. Gudvangen’den otobüse bindik ve Voss’a kadar yaklaşık bir saat neredeyse 70 derecelik bir açıyla aşağı doğru tek yönlü bir yoldan indik. Keskin virajlar ve eğim korkutucuydu; ama neyseki yol boyu gördüğümüz şelaleler biraz rahatlattı bizi.
Onlarcası…
Voss – Bergen Treni 1 saat sürdü.
Bergen’de bizi bekleyen zor gece….
Norveç keşfimize iki günlük bir ara verip, bir sabah treniyle Stockholm’e gittik.
Enfes manzaralar eşlik etti yolculuğumuza.
Yine tren istasyonunun hemen yanında bir Radisson Blu (Royal Viking).
Bavulları odaya koyup hemen attık kendimizi sokaklara. Old Town’a ( Gamla Stan) yürüdük. O kadar kalabalıktı ki, o sıcak havada zorunlu bir keşif gezisi gibi hissettim. Hiç fotoğraf çekmeyişimin sebebi bu galiba 🙂
Tarihin bu kadar özenle korunduğu başka bir avrupa şehri görmedim. Paris ? Stockholm’e özgü küçük hediyelik eşyalar için Old Town en uygun yer; ancak genel anlamda alış veriş ihtiyacı için Stockholm’de Macy’s tarzı çok katlı dükkanlar var. Ahlens en iyi örneklerden birisi.
Akşam çocukları odada bırakıp Stockholm keşfine devam ettik. Bir parkta Frank Sinatra şarkıları eşliğinde dans eden, yaş ortalaması 80-85 civarındaki gençlerin dans edişini uzun süre hayran hayran izledik.
İkinci gün sabah erkenden Skansen’e gittik.
Skansen, dünyanın ilk açık hava müzesi.
Stockholm sınırları içindeki Djurgarden adasında 1891’de kurulmuş. İsveç tarihinin beş yüzyıllık bir dönemine tanıklık ediyorsunuz Skansen’i gezerken.
Gel de şu dönemde yaşamak isteme :))
Her bölgede farklı bir yüzyıl yaşatılmış. Evlerin içlerinde dönemin özelliğini taşıyan meslekler, mobilyalar, giysiler canlandırılmış.
Küçük Ev!!!
Laura Ingalls bir şeyler işliyordu 🙂
Okulun öğretmeni bizi kapıda karşıladı. Sıraların nasıl kullanıldığını, nasıl ders gördüklerini uzun uzun anlattı.
Kuzineli mutfaklar Karadeniz’de hala var. Giresun’da gördüğüm bir tanesinden çıkmak istememiştim. Kuzinede yanan fındık kabuklarının çıtır çıtır sesi büyülemişti beni.
En eski ev ondördüncü yüzyıla ait bir norveç evi: Vastveit Storehouse
Bu kadar soğuk ülkelerde dekorasyonda kullanılan renklerin çok açık olması beni şaşırtırdı. İskandinav tarzı dekorasyonda beyaz hep başrolde.
Ağır bir kalsizm yok o yüzyıllarda bile.
Skansen, sadece tarihi evlerden, çiftliklerden ibaret değil. Harika bir hayvanat bahçesi var içinde.
Sadece İskandinav faunası değil başka yerlerden egzotik hayvanlar da getirmişler Skansen için.
Hayvanlar için üzülmeden bir hayvanat bahçesi gezmek güzelmiş! Doğala yakın ortamlarda yaşıyor hayvanlar .
Sincap dünyanın en sevimli hayvanı 🙂
Bu küçük samimi sincap, Eren’in dondurmasından birazcık kapabilmek için ne numaralar yaptı :))
a moose!
Skansen’den çıkıp Stockholm Archipelago turuna çıktık.
Birikmiş miller bu kez bizi Norveç’e kadar götürdü. Booking.com’dan Oslo otel rezervasyonu yaptık. Hiç planlamadan, hiç çalışmadan çıktık bu yolculuğa ve tembelliğin bedelini fena halde ödedik 🙁 Yolculuk üç buçuk saat sürdü. Hava alanından trene binip 10-15 dakikada şehir merkezindeki Central Station’a gittik. Radisson Blue Plaza’ya istasyondan bir köprüyle geçiverdik 3-4 dakikada.
Otel hiç fotoğraflarda göründüğü gibi çıkmadı . Kahvaltısı, çarşafları beş yıldızlı; ama otelin kendisi en fazla dört yıldız. Daha sonra anladık ki, otel konusunda Norveç yıldızı parlak bir ülke değil.
İlk gün Oslo’yu keşfe çıktık.
Aker Brygge, Oslo’nun en çok turist çeken bölgesi. Burası bir asır boyunca tersaneymiş. 1982’de kapatılan tersane yerine Aker Brygge yeniden inşaa edilmiş.
Oslo Fyord’larının bir kolu olan Aker Brygee’in farklı mimarisi bambaşka bir dünya yaratmış Oslo’nun bir köşesinde.
Astrup Fearnley Müzesi, sanat galerileri, şık restoranları, balkonlarında oturmuş Baltık denizinin muhteşem manzarasını izleyen sakinleriyle Oslo’ya renk katmış Aker Brygge.
Şahane bir mimari. Oslo’nun en büyük mimari projesini denizi doldurarak yapmışlar. Deniz binaların aralarında kanallar oluşturmuş.
Kanalların denize açıldığı küçücük alanlarda insanlar denize giriyorlar. Eren’de Baltık denizinde yüzdü :))
İkinci gün Viking Ship ve Fram müzesini gezdik. Müzelere gidebilmek için limandan küçük bir gemiye bindik. Fram tam anlamıyla tarihte heycanlı bir yolculuk oldu. Anlatacağım uzun uzun.
Aynı gün Oslo’nun bir başka ucuna; Vigeland Park’a gittik.
Gustav Vigeland’ın heykellerinin sergilendiği açık hava müzesi Vigeland Park.
Vay be! Oslo Şehir Meclisi 1919’da Gustav Vigeland için bir stüdyo inşa etmiş. Heykellerin her biri insanı duyguları anlatıyor: Öfke, aşk, mutluluk, hüzün….
Üstelik bu müstehcen heykellerden daha çok yapsın diye desteklemişler. Olacak iş değil!
Parkı gezerken hep düşündüm, bu park Türkiye’de olsa neler olurdu? Olmazdı biliyorum; ama olsaydı da sadece 1-2 hafta yeterdi bu parkı iffet müzesine dönüştürmeye.
“Dünyada medeni olmak, ilerlemek ve olgunlaşmak isteyen herhangi bir millet mutlaka heykel yapacak ve heykeltıraş yetiştirecektir.” Kim söylemiş bu sözü?
Norveç gezisine çıkarken o kadar ümitliydi ki, üşüyecektik, uzundur özlediğimiz kazaklarımızı, montlarımızı giyecektik.
Hayallerim suya düştü 🙁 Çocuklara şort, tişort satın alacağım gelmezdi aklıma.
Hatta bir gün hava o kadar sıcaktı ki, Aker Brygge’deki Benetton’dan Eren’e bir mayo aldık. Hemen 100 m ilerde denize girdi. Hiç değilse o serinledi diye sevindik.
Oğlumu seyrettim. Uzun süre devam ettiği yüzme antremanlarının faydasını gördü yüzerken. Ben de uzaktan gururla seyrettim Eren’in Baltık Deniz’ine atlayışını.
Bu fotoğrafı özellikle çektim; bir gün resim yapmaya yeniden dönersem diye.
Aslında biraz kötü hissettim bu tatilde. Her zaman çalışır da giderdim. Çocuklara anlatırdım gezdiğimiz yerleri. Genelde yurt dışı tatillerini aylar öncesinden planlarız ve böylece bol bol zaman kalır plan program yapmaya.
Oslo’da iki gün kaldıktan sonra fyord turuna çıkacaktık; ancak fyordlar için katılmayı planladığımız “Norway in nutshell” turunda yer kalmamıştı. Biz de sona sakladığımız İsveç Stockholm gezisini öne aldık.
Trenle İsveç’e giderken…
Son bir yılda ne çok şey değişti hayatımda.
Yılların onca alışkanlığı bir yaz akşamı sona erdi. Sabah gittiğim yol, yol boyu gülümseyerek selamladıklarım, “günaydın” dediklerim değişti. Güne nasıl başlıyordum? Sakin, dinlenmiş. Okunacak kitapların heycanı, sevdiğim, bir zamanlar “mabedim” dediğim kitapçıda geçireceğim anların mutluluğu, akşama harika yemekler planlayarak yaptığım alışveriş, saçlarımda sıradan bir günün kokusu, çocukları toplayıp eve varışım….
Zamansızlıktan yakınmadığım günlerin, ayların , yılların peşi sıra gittiğim yol, vardığım dört duvar, sohpetlerim, öfkelerim sevinçlerim değişti.
Şimdi uykusuz sabahlara uyanıyorum saçlarımda vanilya kokusu. Okuyamasamda hala kitaplar yığıyorum başucuma. Başka alışkanlıklar koyuyorum eskilerinin yerine. Yeni yüzlere gülümseyip, başka başka kelimeler ekliyorum “günaydının” yanına sabahları. Ellerimde hiç geçiremediğim bir tereyağı kokusu, hayatımın en zor sınavından geçiyorum; müthiş kokular içinde diyet yapmaya çalışıyorum mesela. Karnımda ziller çalarken, nar gibi kızarmış börekleri tabağa diziyorum, fırından yeni çıkmış ekmeklerin çıtırtısını dinletiyorum etrafımda kim varsa, kurabiyelerle konuşuyorum tatlı tatlı.
Her yeni başlangıçta mutlulukda var, hüzün de; öfkede var, sevinç de; ama en önemlisi hayatımın bu yeni sayfasında öğrenilecek çok şey var. Buradan da çıkarılacak, beni biraz daha ben yapacak yeni dersler var biliyorum.
Neyse, uzun süren bir ilkbahardan sonra sıcak yaz yüzünü gösterdi. Hem de ne yaz! Kürşat Başar’ın “Yaz”ı. Üniversite yıllarımın müthiş satırları, büyülü ifadeleri , bu yaz yeniden hayatıma girdi.
“Beni büyüleyen her zaman sözcükler oldu. Bazı insanlar her şeyi görerek anlar. Bense hayatı, anlatılanlardan, kendi kafamda kurduğum cümlelerden anlamayı seçtim.” İşte bu “Yaz”ın beni etkileyen, içinde kendimi tanımladığım ifadelerinden sadece biri.
Kürşat Başar’ın bütün kitaplarını defalarca okudum. Beni büyüleyen sözcüklerin altını çizdim. Defterlerimin arkalarına yazdım. Arkadaşlarıma ezberlettim.
Şimdi “Yaz” büyüsüne kapıldım. Yeniden hayallere daldım. Çoktandır unuttuğum günlüğümün kapağını açıp yeniden okumaya, bir şeyler karalamaya başladım. Kendime geldim bu “Yaz” :))
Bahçemizde bu bahar bir çiçek denizi var.
Bol yağmurlu bahar gülleri çoşturdu.
Çayır, çimen yemyeşil.
Hanımellerinin içindeki arıların vızıltısı sessizlikte bahçede bir uğultu yaratıyor.
Yalova’dan gelen güller bahçemizin en güzelleri.
Keşke bütün çiçekler beyaz olsaydı; ama o kadar çok hediye çiçek geldi ki, seçme şansımız olmadı.
Yağmur bol olunca bahçe mantar dolu.
Yoncalar …
Kokuların en yoğun olduğu saatler sabah ve akşam saatleri.
Reçellik güllerimiz bile var.
Bir kaç aydır Benim Hayal Defterim’e fazla bir şey yazamadım. Elif’le ikimiz yaklaşık 2 yıl önce karar vermiştik; küçük, sevimli bir dükkanda tarif defterimizi dolduran onlarca tarifin birbirinden güzel kokusunu sokaklara yaymaya. Tam da böyle oldu; Bonapple’i açtığımız ilk gün, bizim tatlı hamilemiz Ebru “Sokakta tereyağı kokusunu aldım” diye geldi. Ebru’yu ilk kez o gün tanıdık sonra bağımlısı olduğu tereyağlı ballı kurabiyelerden almak için 2-3 gün de bir uğradı.
Şu kapıda gördüğünüz tatlı kız benim kız kardeşim Elif.
Bonapple maceramız Kasım başında başladı; hem de anılarla dolu bir dükkanda. Küçük bir çocukken geldiğimiz Beste pastanesi ve sahibi Rıza amca… O günlerde birisi “yıllar sonra burada sizin de bir pastaneniz olacak” deseydi ne düşürnük acaba? 3 ay sürdü hazırlık aşaması; kolay değil 50 yıllık bir bina… Hem zevkli, hem de yorucu bir süreç sonunda Bonapple nihayet, 17 Ocak’ta çocukluk anılarımızda yer etmiş küçük bir dükkanda açıldı. Yıllar öncesinin Beste Pastanesi bu gün artık Bonapple. Beste Pastanesi ve sahibi Rıza amca geçmiş yılların tatlı birer anısı bizim için. Ne güzel olur bugünün çocukları da büyüdüklerinde bizim Beste Pastanesini sevgiyle andığımız gibi Bonapple’ı ansalar; hatta onların damaklarında da bize ait tatlar hiç silinmeden kalsa; ama daha da güzeli Bonapple sonsuza dek hiç kapanmasa….
Yakında Bonapple fotoğrafları paylaşacağım 🙂
Eskisi kadar çok olmasa da, hala hiç değilse haftada 1 kitap bitiriyorum; ama malasef ancak sonu mutlu biten, kafamı yormayacak, içnde aklımda tutmaya çalıştığım cümleler ya da bilgiler olmayacak romantik kitaplar okuyorum.
Güzel olanları yazsam iyi olacak. Bayramda Karen Kingsbury’nin Şans’ını okudum. Olağan üstü güzel bir hikayeydi. Hatta düşündüm, eminim yakında bir sinema filmi olarak izleyeceğiz.
Düğün Hediye’sinin içeriğinden çok kapak tasarımı büyüledi beni. Aman yaaa ne iflah olmaz bir romantiğim ben 🙂
İlknur Muştu yapmış kapak tasarımını. Web sitesine girdim baktım; meğer sevdiğim diğer bir kaç kitabın kapak tasarımı da İlknur Muştu imzası taşıyormuş.
Aklımızda olsun . Olurda bir gün bir öykü, bir kitap yazmaya karar verirsek, İlknur Muştu’nun zevkli ellerine teslim ederiz. 🙂
| M | T | W | T | F | S | S |
|---|---|---|---|---|---|---|
| « Jun | ||||||
| 1 | 2 | 3 | 4 | 5 | 6 | 7 |
| 8 | 9 | 10 | 11 | 12 | 13 | 14 |
| 15 | 16 | 17 | 18 | 19 | 20 | 21 |
| 22 | 23 | 24 | 25 | 26 | 27 | 28 |
| 29 | 30 | 31 | ||||