Bergen: Otellerinde klima olmayan 🙁 sevimli bir Norveç şehri.
Dün, bugün, yarın....
İsveç’ten Oslo’ya döndüğümüz akşamın hemen sabahında trene binip “Norway in a nutshell’ turuna çıktık.
4-5 saatlik bir tren yolculuğu bizi Myrdal’a getirdi.
Myrdal’da indiğimiz yerden 15-20 dakika sonra eski, sevimli Flam trenine(Flamsbana) bindik. Tren’de oturma düzeni erken gelen oturur şeklindeydi 🙂 20 km’lik yol boyunca nefis dağ manzaraları seyrettik.
Tren Kjosfossen’de 15 dakikalık kısa bir mola verdi. Herkes bu muhteşem çağlayanın önünde fotoğraf çektirdi. Bu fotoğrafta görünmüyor; ama tam trenin durup insanların dışarı çıktığı anlarda hafif bir müzik eşliğinde bir kadın çağlayanın durgun bir yerinde dans etti.
Flamsdalen
1 saatlik tren yolcuğunun sonunda Flam’e geldik. Yarım saat içinde Fish and Chips’le karnımızı doyurup, gemiye atladık.
Aurlandsfyordu boyunca yol alırken, gerçekten harika bir doğayla içiçeydik.
Martılar, kıyıdan iyice uzaklaşana kadar eşlik ettiler bize.Tabii hiç bir şey karşılıksız değil. Biz onların fotoğraflarını çekerken onlar karınlarını doyurdular.
Aurland
Fyordlarda kayaking yapmak ne zevk! Kayakların, kanolardan farkı oturma yerlerinin kapalı olması, belki bir kaç fark daha vardır.
Bu müthiş konrast doğanın içinde, kırmızımsı boyalı evler çok dikkat çekiyor. İskandinavya’nın genelinde en çok kullanılan dış cephe rengi Falun kırmızısı. Ahşap ev ve ambarları bu renge boyuyorlar. İsveç Dalarna’daki Falun bakır madenlerinden çıkmış bu renk. Ahşabı çok iyi koruduğu için, 16. yüzyılldan bugüne popularitesini korumuş falun kırmızısı.
Böyle bir doğaya tanık olduğunuz anlarda, etrafımızdaki onca insanın sessizliği inanılmaz bir şanstı.
Oysa insan arıyor; şöyle bağıra bağıra cep telefonuyla konuşan bir memleketlisini 🙂
Ters bir “V” çizdik bu şahane fyord turunda. Bir ayağı Aurlandsfyord’du öbür ayağı ise Naeroyfyord.
Önce oturacak yer bulamadık, sonra yağmur yağmaya başlayınca herkes içeri girdi.
Naeroyfyord’u UNESCO Dünya Miras listesinde.
Aurlands ve Naeroy fyorları, Norveç’in en uzun fyordu Sognefyord’un kısa kollarından ikisi.
Usul, usul yağan yağmurun altında ıslandık.
Denizin rengi muhteşemdi.
Naeroyfyord’u, Frozen filmindeki Arendelle ülkesinin esin kaynağıymış ne hoş!
Fyordlar, bir kaç vadide kurulmuş yerleşim yerleri dışında yaklaşık 1800 metre yüksekliğinde dağlarla çevrilmiş şahane bir doğa parçası.
Şurada yaşamak nasıl olur? Bir balıkçı kasabası…
Aurlands ve Naeroy fyordlarının her biri yaklaşık 17-18 km uzunluğunda.
National Geographic Traveler Magazin, Norveç fyordlarını UNESCO Dünya Miras listesinde en iyi korunmuş yer olarak oylamış. Lonely Planet ise, yaşam boyu yapılacak 8 yolculuktan birisi olarak seçmiş fyord turunu.
Kayaking, fyord atraksiyonlarından biri.
Ne zaman yabancı bir misafirimiz olsa mutlaka evde ağırlamak isterim. Geleneklerimizi, yaşam tarzımızı merak ederler diye düşünürüm; çünkü ben şu evlere bakıp bakıp içlerinde yaşanan hayatları merak ederim. Günlük rutinleri nedir, ne yer ne içerler?
Toplam iki saat içinde farklı hava koşullarına maruz kaldık.
Sevgili eşim, şu merak ettiğim evlerde yaşanan hayatlarla ilgili beni aydınlattı. Öğrencilik yıllarında, bir kaç hafta kaldığı Norveç’te Norveç’li bir aileye misafir olmuş. Anılarında bir türlü doymayan karnı, sürekli yenen patates ve balık öyle bir yer etmiş ki…
Yaşasın üşüyeceğiz! diye bavula doldurduğum montlar, kazaklar sadece fyord turunda biraz işe yaradı.
Bütün bu manzaralar kitap okurken çok işe yarıyor. Canlandırma….
Renkler, sessizlik, hava …. Bol bol dua ettim. Çok yakın hissettim:))
Keçilere bile imrendik. “Onların da şanslısı var.” dedik.
Yolculuk sona erdi. Gudvangen’den otobüse bindik ve Voss’a kadar yaklaşık bir saat neredeyse 70 derecelik bir açıyla aşağı doğru tek yönlü bir yoldan indik. Keskin virajlar ve eğim korkutucuydu; ama neyseki yol boyu gördüğümüz şelaleler biraz rahatlattı bizi.
Onlarcası…
Voss – Bergen Treni 1 saat sürdü.
Bergen’de bizi bekleyen zor gece….
Öğrenmenin yaşı yok! Archipelago adalar zinciri ya da grubu demekmiş. 🙂 Arkipelego okunuyor.
Stockholm Archipelago’su için küçük bir feribot’a bindik.
Stockholm Archipelago’su; İsveç’in en büyük, Baltık Denizi’nin ikinci büyük archipelagosuymuş.
80 km’lik bir alan boyunca yayılmış, otuz bin adadadan oluşmuş Archipelago.
50,000 civarında yazlık ev var adalarda; tabii ki kıyıda yatlar… Dünyanın 7. en zengin ülkesi olunca haliyle :))
Feribot’ta bir rehber, yol boyu evleri, adaları anlattı.
Vaxholm, Archipelago’nun en büyük yerleşim yerlerinden biri. Tur boyunca sadece Vaxholm’da mola veriliyor. İsteyen inip vaxholm’ü keşfedip sonraki feriyle dönebiliyor.
Soğuk Savaşın, yani 1990’ların sonuna kadar Stockholm’ün korunması adına adalarda askeri birlikler bulundurmuşlar.
Stockholm’de bizi en mutlu eden şey 2. gece kaldığımız Radisson Blue Waterfront otel oldu. “Yaşasın!!!” dedik. odaya girince. İlk kez yıldızını hak eden bir otel, manzara nefis, nespresso kahve süper…. Dünyanın en prestijli otel dizaynırlarından biri RPW Design dizayn etmiş odaları. Bir köşede duran hardal rengi deri koltuk ve üzerindeki işlemeli yastık bile tek başına bir renk katmıştı odaya.
Stockholm’de 2. gece cennet gibiydi 🙂 Hem otel, hem akşam yemeği yaşadığımız bir kaç günlük hayal kırıklığına ilaç gibi geldi.
Vapiano, İtalyan sevenler için bulunmaz bir fırsat. Kapıdan girer girmez herkese birer kart dağıtıyorlar. Herkes kendi siparişini kendisi veriyor. Açık mutfak, şef önünüzde, pizza istiyorsanız istediğiniz malzemelerle pizzanızı yapıyor. Makarna istiyorsanız, seçtiğiniz taze makarnayı gözünüzün önünde suya atıyor, o pişerken nasıl bir makarna istiyorsanız onun hazırlığına geçiyor. Çıkarken kartlara ne yazıldıysa onu ödeyip, bir de jelibon dolu kavanozdan bir miktar jeli alıp yüzünüzde memnun bir gülümsemeyle çıkıyorsunuz Vapiano’dan :))
Yediğimiz her şey son derece tatminkardı. Tatlılar kavanoz modasına uymuştu. Fiyatlar nasıl dı? çok hatırlamıyorum; ancak İsveç Norveç’e göre biraz daha ucuz. Norveç’in ya da daha doğrusu İskandinav ülkelerinin diğer Avrupa ülkelerine göre daha pahalı olduğunu biliyorduk; ama durum hiç te TripAdviser’da okuduğum gibi 30 euro’ya ancak bir mini pizza alınacak kadar abartılı değil.
Norveç keşfimize iki günlük bir ara verip, bir sabah treniyle Stockholm’e gittik.
Enfes manzaralar eşlik etti yolculuğumuza.
Yine tren istasyonunun hemen yanında bir Radisson Blu (Royal Viking).
Bavulları odaya koyup hemen attık kendimizi sokaklara. Old Town’a ( Gamla Stan) yürüdük. O kadar kalabalıktı ki, o sıcak havada zorunlu bir keşif gezisi gibi hissettim. Hiç fotoğraf çekmeyişimin sebebi bu galiba 🙂
Tarihin bu kadar özenle korunduğu başka bir avrupa şehri görmedim. Paris ? Stockholm’e özgü küçük hediyelik eşyalar için Old Town en uygun yer; ancak genel anlamda alış veriş ihtiyacı için Stockholm’de Macy’s tarzı çok katlı dükkanlar var. Ahlens en iyi örneklerden birisi.
Akşam çocukları odada bırakıp Stockholm keşfine devam ettik. Bir parkta Frank Sinatra şarkıları eşliğinde dans eden, yaş ortalaması 80-85 civarındaki gençlerin dans edişini uzun süre hayran hayran izledik.
İkinci gün sabah erkenden Skansen’e gittik.
Skansen, dünyanın ilk açık hava müzesi.
Stockholm sınırları içindeki Djurgarden adasında 1891’de kurulmuş. İsveç tarihinin beş yüzyıllık bir dönemine tanıklık ediyorsunuz Skansen’i gezerken.
Gel de şu dönemde yaşamak isteme :))
Her bölgede farklı bir yüzyıl yaşatılmış. Evlerin içlerinde dönemin özelliğini taşıyan meslekler, mobilyalar, giysiler canlandırılmış.
Küçük Ev!!!
Laura Ingalls bir şeyler işliyordu 🙂
Okulun öğretmeni bizi kapıda karşıladı. Sıraların nasıl kullanıldığını, nasıl ders gördüklerini uzun uzun anlattı.
Kuzineli mutfaklar Karadeniz’de hala var. Giresun’da gördüğüm bir tanesinden çıkmak istememiştim. Kuzinede yanan fındık kabuklarının çıtır çıtır sesi büyülemişti beni.
En eski ev ondördüncü yüzyıla ait bir norveç evi: Vastveit Storehouse
Bu kadar soğuk ülkelerde dekorasyonda kullanılan renklerin çok açık olması beni şaşırtırdı. İskandinav tarzı dekorasyonda beyaz hep başrolde.
Ağır bir kalsizm yok o yüzyıllarda bile.
Skansen, sadece tarihi evlerden, çiftliklerden ibaret değil. Harika bir hayvanat bahçesi var içinde.
Sadece İskandinav faunası değil başka yerlerden egzotik hayvanlar da getirmişler Skansen için.
Hayvanlar için üzülmeden bir hayvanat bahçesi gezmek güzelmiş! Doğala yakın ortamlarda yaşıyor hayvanlar .
Sincap dünyanın en sevimli hayvanı 🙂
Bu küçük samimi sincap, Eren’in dondurmasından birazcık kapabilmek için ne numaralar yaptı :))
a moose!
Skansen’den çıkıp Stockholm Archipelago turuna çıktık.
Birikmiş miller bu kez bizi Norveç’e kadar götürdü. Booking.com’dan Oslo otel rezervasyonu yaptık. Hiç planlamadan, hiç çalışmadan çıktık bu yolculuğa ve tembelliğin bedelini fena halde ödedik 🙁 Yolculuk üç buçuk saat sürdü. Hava alanından trene binip 10-15 dakikada şehir merkezindeki Central Station’a gittik. Radisson Blue Plaza’ya istasyondan bir köprüyle geçiverdik 3-4 dakikada.
Otel hiç fotoğraflarda göründüğü gibi çıkmadı . Kahvaltısı, çarşafları beş yıldızlı; ama otelin kendisi en fazla dört yıldız. Daha sonra anladık ki, otel konusunda Norveç yıldızı parlak bir ülke değil.
İlk gün Oslo’yu keşfe çıktık.
Aker Brygge, Oslo’nun en çok turist çeken bölgesi. Burası bir asır boyunca tersaneymiş. 1982’de kapatılan tersane yerine Aker Brygge yeniden inşaa edilmiş.
Oslo Fyord’larının bir kolu olan Aker Brygee’in farklı mimarisi bambaşka bir dünya yaratmış Oslo’nun bir köşesinde.
Astrup Fearnley Müzesi, sanat galerileri, şık restoranları, balkonlarında oturmuş Baltık denizinin muhteşem manzarasını izleyen sakinleriyle Oslo’ya renk katmış Aker Brygge.
Şahane bir mimari. Oslo’nun en büyük mimari projesini denizi doldurarak yapmışlar. Deniz binaların aralarında kanallar oluşturmuş.
Kanalların denize açıldığı küçücük alanlarda insanlar denize giriyorlar. Eren’de Baltık denizinde yüzdü :))
İkinci gün Viking Ship ve Fram müzesini gezdik. Müzelere gidebilmek için limandan küçük bir gemiye bindik. Fram tam anlamıyla tarihte heycanlı bir yolculuk oldu. Anlatacağım uzun uzun.
Aynı gün Oslo’nun bir başka ucuna; Vigeland Park’a gittik.
Gustav Vigeland’ın heykellerinin sergilendiği açık hava müzesi Vigeland Park.
Vay be! Oslo Şehir Meclisi 1919’da Gustav Vigeland için bir stüdyo inşa etmiş. Heykellerin her biri insanı duyguları anlatıyor: Öfke, aşk, mutluluk, hüzün….
Üstelik bu müstehcen heykellerden daha çok yapsın diye desteklemişler. Olacak iş değil!
Parkı gezerken hep düşündüm, bu park Türkiye’de olsa neler olurdu? Olmazdı biliyorum; ama olsaydı da sadece 1-2 hafta yeterdi bu parkı iffet müzesine dönüştürmeye.
“Dünyada medeni olmak, ilerlemek ve olgunlaşmak isteyen herhangi bir millet mutlaka heykel yapacak ve heykeltıraş yetiştirecektir.” Kim söylemiş bu sözü?
Norveç gezisine çıkarken o kadar ümitliydi ki, üşüyecektik, uzundur özlediğimiz kazaklarımızı, montlarımızı giyecektik.
Hayallerim suya düştü 🙁 Çocuklara şort, tişort satın alacağım gelmezdi aklıma.
Hatta bir gün hava o kadar sıcaktı ki, Aker Brygge’deki Benetton’dan Eren’e bir mayo aldık. Hemen 100 m ilerde denize girdi. Hiç değilse o serinledi diye sevindik.
Oğlumu seyrettim. Uzun süre devam ettiği yüzme antremanlarının faydasını gördü yüzerken. Ben de uzaktan gururla seyrettim Eren’in Baltık Deniz’ine atlayışını.
Bu fotoğrafı özellikle çektim; bir gün resim yapmaya yeniden dönersem diye.
Aslında biraz kötü hissettim bu tatilde. Her zaman çalışır da giderdim. Çocuklara anlatırdım gezdiğimiz yerleri. Genelde yurt dışı tatillerini aylar öncesinden planlarız ve böylece bol bol zaman kalır plan program yapmaya.
Oslo’da iki gün kaldıktan sonra fyord turuna çıkacaktık; ancak fyordlar için katılmayı planladığımız “Norway in nutshell” turunda yer kalmamıştı. Biz de sona sakladığımız İsveç Stockholm gezisini öne aldık.
Trenle İsveç’e giderken…
İlk kez merak ettim, acaba ne sebep oldu çocukluğumdan beri Norveç hayali kurmama, neden Paris ya da Venedik değil de illa Norveç ? Ya okuduğum bir kitaptan etkilendim ya da bir filmden.
Benim bu hayallerim, sonsuz hayallerim bazen hayal kırıklığına dönüşüyor. :(( Yeni mezunduk, Lyon’da bir kursa katılmıştık iki kız. Kaldığımız süre boyunca her hafta sonu herkes gibi biz de Paris’e gidiyorduk. Bir hafta sonu “Gel Paris yerine Marsilya’ya gidelim.” dedim. Çocukluğumda seyrettiğim Rock Hudson’lı siyah beyaz filmlerden biri Marsilya’da geçiyordu ve o sahneler yer etmişti hayallerimde. Hayallerimin peşinden gittiğim her yer beni hayal ettiğim sonuca ulaştırmadı malasef. 🙁 Hafta sonunu geçirmek üzere gittiğimiz Marsilya’da bir gün bile kalamadan kaçar gibi döndük Lyon’a.
Geçen sene karanlık bir kış günü, Ömer, WhatsApp’tan nefis bir gemiyle çıktığı Tahiti tatilinin fotoğraflarını göndermişti. Yine kendim gitmiş kadar sevinmiştim ve o gün yazmışım bir kitabın arkasına:” Bizler çocukluk ve gençlik hayallerini süsleyen ülkeleri birer birer keşfetmiş yetişkin gezginleriz.” ODTÜ’nün yemyeşil bahçelerinde kurduğumuz gezi hayalleri gelmişti aklıma; yanılmıyorsam Ömer Finlandiya’yı görmeyi hayal ederdi. Hatta elçiliğe gidip broşür aldığımızı bile hatırlıyorum. Aradan yıllar geçti, hepimiz dünyanın farklı köşelerine dağıldık. Ömer sadece Finlandiya’yı değil, neredeyse bütün dünyayı gezdi.
İşte ben de, nihayet Norveç hayalini gerçekleştirebilmiş bir şaşkınım şu an 🙂 Biraz bıkkın, biraz yorgun, biraz hayal kırıklığı yaşamış; ama şu anda kara bulutların arkasına saklanmış, bulutların dağılmasını bekleyen, yine mutlu anılarla kalbini doldurmuş bir düş gezginiyim. Hayal kırıklığımın sebebi: Anılarımda harika karelerle yer etmiş 8 günlük İsviçre gezisi. Daha güzeli yok, anladım 🙂 Bıkkınlık sebebim, bir sonraki postta resimlerini yayınlayacağım küçük kemiricim EREN
Norveç ve İsveç gezisinin notlarından önce güzel bir kareyle ipucu vereyim :))
Çocuklar olmadan hiçbir yere gidemeyen ben, arkama bile bakmadan bindim uçağa. Sadece iki geceliğine Kopenhag. İlk kez hiç çalışmadan çıktım yola. “Topu topu iki gün, nasılsa otel lobisinde bir gezilecek yerler haritası vardır .” dedik ve çıktık yola. 
37.000 mile iki bilet, üstelik business class. Booking.com’dan otel rezarvasyonu… İstanbul-Kopenhag 3 saat. Kopenhag havaalanınıdan trene bindik, 2-3 durak sonra şehir merkezindeydik. 15 dakika yürüdük otele. 
Sadece birer el bagajı ile yola çıkmanın rahatlığı hiç bir şeyde yok. Rahat birer spor ayakkabı, birer yedek kazak… 
Bu pastanenin önünde insanlar kuyrukta bekliyorlardı. Ertesi sabah erkenden girdik içeri. Pasta ve kahveyle sabah keyfi yaptık. Avrupa’nın motorlu taşıtlara kapalı en uzun alışveriş caddesi “Stroget” 3,2 km. Yılın en keyifli zamanında gezdik bu caddeyi. Her yerde Christmas süslemeleri, şarkıları… 
Kilometrelerce yol yürüdük. Kraliçenin sarayını, Round Tower’ı, Christianborg’u, kıyıda bir kayanın üzerinde oturan küçük deniz kızını, Tivoli Bahçelerini, Nyhavn’ı, Rosenborg kalesini … Bu arada nasılsa yakarız diye, ne bulduysak yedik. Sokak satıcılarının sattığı tarçınlı, kıtır şekerli bademler nefisti! 
Tivoli Bahçesi, ışıl ışıldı. Tarçınlı kokular her yeri sarmıştı. Glögg yani sıcak şarap inanılmaz derecede lezzetliydi. Her köşe başına bir köz mangalı koymuşlar, insanlar başına toplanıp hem ısınıyorlar hem de sıcak şaraplarını içiyorlar keyifle. 
Acaba bu hangisi? Rodolph, Dasher, Prancer, Vixen, Comet, Cupid, Donner, Blitzen… Noel babanın kızağını çeken geyiklerden birisi. 🙂
Yeni iş telaşı ve stresi, çocukların okulu, ödevler, evde sürekli bir yardımcıya ihtiyaç duymama rağmen buna asla razı olmayan kalbimle mücadele, eşimim haftada iki gün ama bana daha uzun gelen yokluğu derken o kadar bunalmıştım ki… 
Bir öğle yemeğinde karar verdik ve hemen Türk Hava Yolları ofisinde aldık soluğu. ” Nereye bilet varsa” dedik. Kopenhag harika bir 2 gün kaçamağı oldu.
Bol bol yürüdük, bol bol fotoğraf çektik. Kopenhag pek çok Avrupa şehrine göre pahalı. Giyim kuşam konusunda iştah açıcı bir ülke değil; ama tam bir dizayn cenneti. 
Waffle ve churos satan dükkanlardan yayılan tarçınlı çikolata kokusu bütün sokaklara yayılmış. Öyle çok spesifik bir fast food zincirleri yok; ama İllum gibi çok katlı mağazaların alt katlarında gurme marketler ve self servis restoranlar var. 
Ahmet, ümidini hiç yitirmeden iki gün boyunca İskandinavlara özgü Nordic kar kazaklarından aradı. BenimKopenhag’da en sevindiğim şey pek çok yerde İngilizlerin meşhur oyuncakçısı Hamleys’in olmasıydı. Vay beeeee! Hamleys Londra’da 1780’de kurulmuş.
Şaşırdım çünkü neredeyse evsiz görünüşlü adamlar bile harika ingilizce konuşuyorlardı. Düşündüm neden bizde böyle değil? Eğitim sistemimizin eksiklerinden biri de bu galiba. Bu arada İskandinav ülkeleri, dünyanın en iyi eğitim sistemine sahip olmakla tanınıyor. Örneğin Avrupa’nın en az ders saatine sahip ülkesi Finlandiya, ters orantıda en çok başarı sağlanan ülkesi.
Aralık ayında bir Avrupa ülkesine gitmenin bambaşka bir keyfi var. Her yer ışıl ışıl… Bana çok iyi geldi bu kısa, ışıl ışıl tatil. 🙂
Paris, bir otel odasına kapatılmış, Hugo okuyup çikolata yiyen o inatçı cocuk olacak, sizin Paris’i keşfetme tarzınızda; benim içinse, Louvre’un merdivenlerinin tepesinde Samothrake Nikesi’ni, babamın bana güzelliği öğretmiş olduğu o zarif heykeli gördüğümde akıttığımız gözyaşları olacak. diye anlatır Maria Kodama, Borges’le birlikte yazdıkları Atlas’ın son değişinde Paris’i.
Benim Paris’im: Kalbimde süren mevsim ilkbahar olmasına rağmen, bana her defasında kasvetli, soğuk yüzünü gösteren bir kış ya da sonbahar resmiydi. Metro müzisyenlerinin akordiyonla çaldıkları şansonlar kulağımda, uzaktan bakıp dilek tuttuğum bir hayalin içinde, üstelik en güzel yerinde; Champs-Elysees’de, hoplaya zıplaya yürüyen bir genç kızın içine sığmayan bir mutluluktu benim ilk Paris’im.
Seine Nehri kıyısında açıp kollarımı Jo ( Audrey Hepburn) gibi “Bonjour Paris” diye selamlamaktı Paris’i. Nereden bakarsananız bakın hep çok yakın gibi görünen Eiffel’e saatlerce yürümek, nihayet varınca, atlı karıncada çılgınca dönerek kutlamaktı varışı. Avenue Montaigne’da ünlü bir markanın vitrinindeki gelinliğe bakıp hayal kurmaktı… Saint Germain’deki ikinci el kitapçılarda soluklanmak, Aşk köprüsü Alexandre III ‘den geçerken yanımda olmasını hayal ettiğim sevgiliyi anmaktı. Cafe Le Madrigal’de bir kahve molası verip, Esmeralda ile karşılaşma hayaliyle Notre Dame’a doğru yola çıkmaktı. Montmartre’da bir resamın tuvali üzerinde parmaklarıyla yaptığı dansa dalıp gitmek, Sacre-Coeur’un merdivenlerinden çekmek Paris’i içime.
Brasserie Lipp’te, oturduğum sandalyede daha önce ünlü bir devlet başkanının oturduğunu öğrenince, üzerime çöken ağır havayla dalga geçen arkadaşlarımla birlikte anın tadını çıkartmaktı. Eski müdavimlerin her an kapıdan gireceklerini hayal edip, ayırmadan gözümü kapıdan beklemekti; Hemingway’i, Camus’u, Proust’u. Bir yandan da boş ver yazarları, sadece Yves Montand gelse en genç haliyle deyip dalga geçmekti kendimle. Elimde bir Fransız bageti, boynumda ipek bir eşarp yağmurlu bir havada Boulevard Haussmann’dan otele doğru yürümekti. Galeries Lafayette’in muhteşem kubbesinin altında, bir alış veriş deliliğinde kaybetmekti kendimi. Louvre’da Monalisa’nın gülümseyen gözleriyle karşılaştığımda içimi dolduran memnuniyetti benim ilk Paris’im. Operanın muhteşem görüntüsünde; sahnede Carmen’ i, locada soylu kalabalığı hayal etmekti Paris.. Pompidou’nun bahçesindeki dev kırmızı dudağın fışkırttığı sudaki ışıltıydı Paris.
Sevdiğim filmlerin, kitapların izini sürmekti Paris benim için.
Lyon’da geçirdiğim uzun haftaların, hafta sonu kaçamaklarıydı Benim ilk Paris’im. Bir hayali gerçekleştirmenin keyfini yaşayan üç mutlu gencin büyülü, romantik şehriydi Paris.
Sen nasıl anlatacaksın Paris’i? Daha sonrakiler ilki gibi derinden etkilemeyecek seni. Seveceksin Paris’i her zaman ama o ilk karşılaşma anının heyecanı gibi olmayacak diğerleri…
Şimdi sen de Paris’tesin….
Elvan
Londra’da aristokrat bahar…
Oxford Street’te bir çiçekçi.
Buketler, teşhir o kadar zarif ve zevkliydi ki…
Sabahın erken bir saatinde, Covent Garden’da bir Cath Kidston
Çantasının içinde arkeolojik kazı yapan kadın ben miyim ?
Covent Garden ve Marylebone’daki Cath Kidston’lar Londra’nın en güzelleri. Türkiye’de ne çok Cath Kidston meraklısı varmış şaşırdım doğrusu. İngiliz gülleri ve Victorian romantizmi yüzünden her şey 🙂
Freddie Mercury hayranı sevgili eşimle nereye gitsek, Queen’i hatırlatacak bir şeyle karşılaşırız. Bu kez yer Londra ve bir müzikaldi. Bu heykelin orjinali Montrö Gölü kıyısında.
Gene Kelly, Debbie Reynolds… Kim bilir kaç kez izledim siyah beyaz filmini; ama müzikal bambaşka bir keyifti.
Christian Louboutine’in 20. yılı Selfridges vitrinlerinde kutlanıyordu.
London Bridge is falling down, falling down, falling down
Big Ben ve buralarda yaşayan Mr and Mrs Brown; İngilizce öğrendiğimiz ilk yılların unutulmaz kahramanları.
Londra’da Le Cordon Bleu. Hiç çekinmeden camına burnumu dayayıp, içerde olup biteni seyrettim uzun uzun. Karşılıklı gülüştük.
Eataly, dünyanın en büyük İtalyan yiyecekleri ve şarapları satan market alanı. Oscar Farinetti, ilkini Turin İtalya’da açtıktan iki yıl sonra Mario Batali, jose Bastianich ve Lidia Matticchio ile birlikte New York Fifth Avenue’de yaklaşık 5000 metrekarelik bir alanda ikincisini hayata geçirmiş.
Eataly, kocaman bir market; sebzeden markarnaya, balıktan sosise, peynirden tereyağına, pastadan şaraba her türlü İtalyan tarzı yiyecek satan bir market.
Eataly, bir okul; makarnanın nasıl yapıldığını, ekmeğin nasıl mayalandırıldığını, istiridyelerin nasıl hazırlandığını görüp öğreneceğiniz bir okul.
Eataly, İl Pesce’de deniz ürünleri, La Pizza & La Pasta’da pizza ve makarna çeşitleri yiyebileceğiniz, La Piazza’da arkadaşlarınızla ayak üstü sohpet ederken a la minute atıştırmalar yapabileceğiniz, le Verdura’da mevsimsel sebzeler tadabileceğiniz, Birreria’da yıldızların altında keyifli ve uzun bir yemek yiyebileceğiniz, Rosticceria’da et düşkünlüğünüzü tatmin edeceğiniz, I Panini’de meşhur İtalyan paninilerin tadına bakabileceğiniz, Pranzo’da ara taıştırmaları yapabileceğiniz dev bir restorant
Biz gitmeden önce, özel bir tadım günü haberi geldi bizde o güne denk getirdik Eataly maceramızı. Ben kendimi kaybedip, bulduğum bir sepete çeşit çeşit soslar, makarnalar doldurmaya başlamıştım ki Defne ” anne kendine gel bunları nasıl götüreceğiz?” diyerek beni kendime getirdi.
Uzun uzun izledim makarna kapatışlarını, kesmelerini. Bir iki kitap alayım dedim, sonradan ondanda vazgeçtim. Amazon sağolsun taşıdığıma deymezdi.
Panettone ve Pandora’nın bu kadar çeşidini ilk kez gördüm. Tamamen açık bir alan olduğundan, hem çok farklı, hem de çok sıcak bir ortamdı Eataly. Kokular müthişti.
“Food unites us all” Eataly’nin manifestosu. “Good food brings all of us together, and helps us find a common point of view. We believe that one of the greatest source of joy is what happens around a dinner table.” Annem gibi düşünen bir Eataly :))
“Our Passion has become our job” bu da manifestolarından birisi. Bizim tutkularımız da bizim işimiz olacak mı?
Benim New York’taki en keyifli molam Eataly’de gezindiğim, seyrettiğim ve yediğim saatlerdi.
Mario Battali’yi görme ümidiyle her kalabalık topluluğun arasına daldım ama olmadı :((
Reçeller içinde pektin olduğundan bizim reçellere göre daha az tatlı. Makarna sosları, ekmek üstüne sürülen ezmeler harikaydı. Mario Batali’nin votkalı domatesli makarna sosu inanılmaz lezzetliydi.
İstiridye barın önünden hiç bakmadan hızla geçtim. Üzerine limon sıkıp, çiğ yedikleri bu şey bana hiç çekici gelmiyor 🙁
Herşeyden tadabilmek isterdim ama kokular insanı doyuruyor galiba. Lazanya verdura çok nefisti içinde yeşil fasülye, bezelye gibi yeşil sebzeler vardı. İtalyanların odun ateşinde pişen klasik rustik pizzaları hemen hemen her yerde aynı.
3 gün, günde 10 km’ye yakın yol yürüyüp, yorgunluktan ölmüşken, koca bir bardak şarap beni yerle bir etti :)) Çocuklar, kimi zaman yorgun ama çoğunlukla hiperaktif ve mutluydular.
Alamadığım soslar:(((
| M | T | W | T | F | S | S |
|---|---|---|---|---|---|---|
| « Jun | ||||||
| 1 | 2 | 3 | 4 | 5 | 6 | 7 |
| 8 | 9 | 10 | 11 | 12 | 13 | 14 |
| 15 | 16 | 17 | 18 | 19 | 20 | 21 |
| 22 | 23 | 24 | 25 | 26 | 27 | 28 |
| 29 | 30 | 31 | ||||